9 Mart 2011

“TUTMAYIN! SEVEEECEMMM!”

6 Nisan’a kadar “hizmet dışı” (fuera de servicio) olmam gerekiyor, ama yazmadan da duramıyorum anacııım. Yine hayatımın seyircisi oldum, onu dışarıdan şaşkınlıkla izliyorum ve işin kötüsü bu hissi de sevmeye başladım. En saçma zamanlarda bile her şeye güler hale geldim ve bu iyi mi kötü mü inanın bilemiyorum. (Sebastiaaaan, bu konu araştırılacak!) Komik tesadüfler halımın saçaklarına yapışmış durumda.


Sevgili Erto sağ olsun dün gece beni pek bir güldürdü. Feys’te “ilişkisi var” ibaresini görünce hemen heyecanlanıp sordum “yeni bir aşk mı var ufukta diye?”. El-cevap: “Herkes seni sevgilim sanıyordu. Hatta ben de feys’i her açtığımda sevgilimin sen olduğunu sanmaya başlamıştım, o yüzden koydum”, deyince yerle yeksan oldum gülmekten. Mr. Mutluluk Hattı’nın çektiği mutluluk kareleri cümle âlem tarafından yanlış anlaşılınca baktım yakışıklının kısmeti kapanıyor hemen olaya el atalım, dedim. Güldüm, güldüm, yarısını sakladım bugün güldüm. Kalanına yarın güleceğim.

Lugati’l arabiyye sınıfımıza müzisyen bir Arap’ın geleceği haberini geçen hafta almış ve şenliklere başlamıştık cümle sınıf. (Zafer takları, kırmızı halılar filan hazırlamıştık). Hatta ben bir çuval peçete almış, istek parçalarımı ve tabak tabak gülleri hazır etmiştim hatırlarsanız. Beklenen kahramanımız dün intikal etti. Hatta gelişi de komik oldu. Beşiktaş-Taksim dolmuşunda (II. adresim) gelirken, “ooo, hala güzel giyinen erkekler kalmış memlekette diyordum”, sonra bir baktım arkadaş benimle birlikte indi, hatta Dilmer’e gitti, hatta hatta “2. kur nerede?” deyip bizim sınıfa girince “yuh artık”, dedim kendi kendime. Beklenen şahıs o çıkmasın mı! Yıllardır merak ettiğim şehir Latakia’lı (Lazkiye), anne-baba Suriyeli, Mimar Sinan çıkışlı bir arkeolog arkadaşımız. Aksansız Türkçe konuşuyor ve Arapçası da lehçe olduğu için fusha öğrenmeye gelmiş. (“La arif” yerine “ma marif” diyor, misal). Sınıf zaten pür şenlikti, şimdi daha musikili oldu. Arkadaşımız bir grupta phsychodelic desert blues yapıyor. Dün gece bir Rönesans yaşadım. Rai’ı keşfettiğimden beri dünyanın dört bir yanından topladığım Arap musikisini bir şey sanıyormuşum. Musiki Arabî denizinde koskocaman bir hiçmişim. (A big fat zero). Sayısız Cezayirli arkadaşı olup Cezayir’i tavaf eden biri olarak Hansa el Becharia’yı hiç duymadığım için utanç içindeyim dünden beri. Elinde koca gitarı ve beyaz takkesiyle, eskittiği yıllara gülen kadife sesli kadın. Neyse, bizim Latakialı müzisyen cool-abi çıktı, “kıro”nolojik parçalar bilmiyor. Ben de yüz bin milyoncuk peçeteye yazdığım Amr Diab şarkılarını kendim söyleyeceğim çaresiz. Wahashtini, wahashitniii…

Bu arada bizim Arap müzisyen arkadaş Boğaz’da bizim iki semt ötemizde oturuyormuş. Hal böyle olunca eğlence dönüşte de devam etti (dolmuş kardeşliği). Motora binip de “biz Avrupa yakasına gitmek için motora bindik” cümlesini lugati-l arabiye’de kurabilince pek gurur duyduk kendimizle. Bu arada “Mıntıka-ı Evrupa” isim tamlamasını hatırlayıp bastım kahkahayı tabii. Sınıf mümessilimiz Ruşen Bey (hocamız kendisine Osmanî harflerle bir mümessil kolluğu yaptırdı, her Perşembe takıyor) yıllar önce Arapça rehberlik yapmış. Bu günlerden birinde bir grup Arap’a anlatıyormuş olanca heyecanıyla “işte burası Asya, burası Avrupa yakası”, diye: “Mıntıka-ı Asya, mıntıka-ı Evrupa”. Bizim Araplar mıntıka-ı Asya kısmını duyunda düğme düğme olan gözleriyle “hah, tamam, bizi burada bırak, 3 gün sonra al”, demişler. Ruşen Beyciğimiz de bizim Arapcinleri bırakmış Kadıköy’e. Üç gün sonra onları delirmiş bir kıvamda bulmuş. İşin aslı şu imiş, anacııım. Bizim akıllı coğrafya yoksunu Araplar Asya yakası deyince Tayvan, Tayland, vs. ülkelerinin de burada olduğunu sanıp “heyecan dolu” üç gün geçireceklerini sanmışlar. Buyurun cenaze namazına!

Aptal bir heyecan içindeyim. Ex-eniştemiz Chronis Pechlivanidis’in pek sevdiğim bir belgeseli olan Mousiki tou kosmou (Dünyanın Müziği) belgeselinin Arap kısımlarını izledim yeniden. Hızımı alamadım, son iki gündür hezeyan dolu bir vaziyette sevdiğim Arabik videoları da izliyorum. Cheb Mami ve Sting’in “desert rose”unu hiç izlememişim. Sting (olanca yakışıklılığıyla) bir arabanın arkasında çölde ilerler. Arabayı siyah şapkalı ve masklı bir kadın kullanır. Beş para etmez bir klip, walakin biraz hayal gücümüzü zorlarsak eğlenceli olabilir. O kız ben olsam, durum nasıl cereyan ederdi, el misal:

a) Bu pazartesi sabahı 6.00’da vuk’u bulduğu üzere, akü bitmiştir. Akü şarjı da çalışmaz. Bugün de bize ayrılan akünün, akü şarjının ve şansın sonuna gelinmiştir. Maske ve gözlük çıkarılıp Sting’e, “Hacı, bir el at be gülüm”, denir. Sting deri ceketini çıkarır ve birlikte kumlar arasında araba iteklenir.

b) Türlü atraksiyondan mahrum yolda küçük vites gidilir ve hiçbir benzin istasyonunda Susurluk ayranı içilemeyince, Cumhuriyet sucuğu ve Afyon kaymağı yenemeyince hüsran olur. Gözyaşı seli.

c) Açık sahrada yarım-gaz giderken karşı istikametten gelen Alg ZAL 344 plakalı kamyonla çarpışılır, içinden Kaddafi, cüppeli Ahmet Hoca, Merkel üçlüsünün çıktığı bu aracın hurdaya dönmesi tarihe Sahralık vakası olarak geçer. Sting’le Merkel evlenir, Cüppeli Ahmet Hoca cüppesini çıkarıp çölde gece vakti titreyen Kaddafi’ye giydirir. Ben de Rachid Taha’dan Ya Rahay şarkısını söyleyerek oradan hızla uzaklaşıp çölde kaybolurum.

Anlattım mı, bilmiyorum. Pek de geçici olmayan bir amnezi içindeyim malum. Evet, itiraf sırası geliyor. (Halk buna hazır mı Sebastian? Bir sondaj yapabilir miyiz?) Hatta geçen güne eski romanlarıma göz atınca (Sebastian, ara sıra kendi kitaplarımızı okuyup çatlayana kadar güldüğümüzü kimseye söylemez miyiz lütfen!) hafızam su gibi pırıl pırıl oldu. Efendim, ben aslında bu Arapça nam dil belasına on bir yıl önce başlamış, sonra da kuyruğumu kıstırıp kaçmıştım. Hola’da bol bol neden bu belaya sarıldığımı itiraf etmişim. Şarkıları anlamak için. (Evet, sen niye şaşırıyorsun Sebastian? Git bir moskatel getir ablaya pis pis sırıtacağına)

İspanyol filmleri gelmiş Pera Müzesi'ne. Çoğunu gördüğüm, hatta Sinemayla İspanya tarihinde kullandığım filmler. Yine de heyecanlandım yok yere. Kardeşime söyledim. (Sevgili okur kendisini son olarak götürdüğüm filmde uyuyup çıkarken de gişeden paramızı geri istemeye, hatta hatta verilen geçici zarar için tazminat kalktığını hatırlar). Kardeşimden el cevap: “Abla, o zaman ben sevdiklerimi de alarak bu şehirden gidiyorum. Festival bitince geri gelirim”.

Âşık olmak için 6 Nisan’ı bekliyorum. (-Sebastian bak, bakalım halk buna hazır mı? -Halkı bilmem de arkadaşlarınız buna henüz hiç hazır değil kanımca, efeniiim”.) Âşık halim çevreye zarar. 2004 yılında ofiste camdan sarkıp “tutmayın, seviiiceeemm” diye bağırmışlığım ve bir düzine şahidim var. Çılgın günler bizi bekliyor. (Övgücüğüm şimdiden bana katlanabilmek için yoga yapmaya başladı bile. Bir ay sonra bana katlanabilmek için akşamları bir saat yoga yapıyor) Âşık olmayı özledim be! “Şeytanı gördüm” filmi gibi bir şey olacak, yani. (Kore filmi deyince aç parantez -Kardeşim geçen gün ter içinde uyandı. Rüyasında bir grup Koreli onun Türk olduğunu anlayıp Gülben Ergen’den bir şarkı söylemiş. “Abla, silkindim, silkindim, hiç uyanamayacağım diye çok korktum”, dedi yavrucak. –çabuk kapa parantez.)

Aşk deyince çaresiz aklıma geldi. Koca koca adamlara âşık olmamdan gına getiren biricik dostum Hande bir gün heyecanla anlattığım hikâyeyi dinlerken beni apansızın durdurup, “Özlem, Noel Baba’yı nasıl buluyorsun?”, demişti. Birgülcüğüm de yıllar önce: “Özlem, evde az kullanılmış kelepir bir dedem var, işine yarar mı acaba?” diyerek dağıtmıştı beni. Bu kızlar beni hiç anlamıyorlar.

Wal-hasıl Susan Miller kafamı allak bullak etmeye devam ediyor. Nadiren bakarım ve her seferinde de on ikiden vurmuş olmasına akıl sır erdiremem. Hele hele Ocak ayı için verdiği tarihlerin saygı duruşuyla karşılanacak bir accuracy sunması beni ürkütmüştü. Bu sefer de kombinasyonlara şaşırdım. Artık önümüzdeki maçlara bakacağız.

Dün okuldan ayrılmadan önce Mr. Mutluluk Hattı’nın ofisinde yarın ölecekmiş gibi güldük. Bana yıllar önce hareket eden bir trene nasıl bindiğini, daha doğrusu nasıl fırlatıldığını anlattı. Tam bir film karesi. O anlatınca ne kadar komik olduğunu hayal edersiniz tabii. (Bir de son günlerde pek güldüğümüz bir Mete Amca hikâyesi var. Mete Amca Mahmutpaşa derinliklerinde ilerlerken yolda kolunun altında iki karpuzla giden bir adama adres sorma gafletinde bulunur. Adam karpuzları yere indirir, kollarını havaya kaldırarak aynen şöyle der: “Ne bileyiiiim ben!” Birgün bir film yaparsam bu kareler girmeli.) Sonra Mr. Mutluluk Hattı ile tepemize inen karların altında deniz kenarında durup şöyle bir kar altında Boğaz’a baktık ve bir kez daha bu şehirde yaşadığımız için mutluluğa gark olduk.

MMH’nın verdiği Ratatouille filmiyle eve geldim. Tatları karıştırıp yemek yapmaya başlayarak insanların hayatını değiştiren bir fareciğin hikâyesi. İçinde geçen “Anyone can cook, but it does not mean that they should”, cümlesini son yaptığı (yapamadığı?) kek için kardeşime hediye ederek Jordi ve Chronis’in mutfak sanatını hatırlayıp kendilerine bir kez daha saygı duydum. Erkek dediğin mutfağın piri olacak anacııım. Sana da oturup yemek düşecek. “Kendine bir içki al”, durumu yani.

6 Nisan’a kadar inzivaya çekilir halimi sevsinler. Cumartesi günü beklenen kaz geliyor. Digor menşeli kaz, Serkan’ın annesinin ellerinden yenecek ve tüm lisanî Osmani sınıfı toplanıp sınırsız geyik yapacağız. Bir hafta görmesem özlüyorum cümlesini. Cuma akşamı yıllardır görmediğim sevgili Ahmetçiğimle Malt konserine gidip dağıtıyoruz mevcut âlemleri. Beni hayatta en çok güldüren ve her aklıma geldiğinde sınırsız güldüğüm bir programın 3 esas adamından biridir Ahmet: Tapon! Ahmet, Mehmet, Cenk (Cenk’in Erdem’siz hali. O zamanlar Bad-luck grubunun solisti idi) Bu üç çatlak bir araya gelip haftanın en rezil üç pop şarkısı üzerinden bir program yaparlardı ki duyduğum yerde bırakırdım makaraları! Cuma akşamı dans eder, hasret gideririz. Pazar günü de Tayfun’un (Ünlü) yeni evine davetliyim. Baba olmuş yine. (Türkiye'nin nüfusuna katkısına şapka çıkarmak istiyorum). Haftaya fiyakalı ve kahkahalı bir son demektir.

Yaz için biletim hazır. Walakin bu yaz Oran (Wahran) sahillerinde sınırsız dans edesim var. Cezayirli arkadaşların yazın Oran sahillerinde gecenin ve dansın bitmediğini öyle bir ballı anlatmışlardı ki … Bir Khaled şarkısı gibi .. Oran-Wahran…. Tutmayın, geliceeemm…” İslam Korkusu” kitabımı teslim edip kim kimden korkuyor göstermeye gideceğim Cezayir ellerine. Sebastian başka bir Khaled şarkısıyla hizmete devam ediyor: “Çay mı, kahve mi?” Moskatel şişesini getirebilir miyiz Sebastian?