Her zamanki gibi benle yaşıt olduğundan
mütevellit asansörü olmayan apartmanımda bildiğim bütün küfürleri savurarak
içinde tonlarca fotokopi olan –Bilkent’in olduğu gibi fotokopiledim ben- bavulumu
3. kata çıkarırken Burhan Altıntop’u düşündüm ve delikten bakma olasılığı olan
komşulara “ben aslındaağ yoooğumm” çektikten sonra banyoya attım kendimi. 5
günlük İç Anadolu turnesini (Bundan sonra Türk’ün soğukla imtihanı olarak
anılacaktır) de Ankara-Konya arasındaki 7 saatlik karla mücadele travması dışında
kazasız belasız atlatıp eve avdet ettim. Evi kiraya verip bavulda yaşamaya
başlama ihtimalimi bir kez daha gözden geçirirken kronik Yunanca hocam, biricik
Niça aradı. Ankara’dan mutluluk enflasyonu içinde döndüğüme şaşıp: “O sıkıcı
şehirde mutlu birkaç gün geçirdiysen tek ihtimal var, o da âşıksın”, dedi. Cevap
vermeme (cevabı yarın sabah kulağına söyleme) şansımı kullandım. Sonra
düşündüm, bir Rum ve Ankara’ya dair kayda değer bir bağlantı var mı diye? Olmaz
mı? (Ben de ihtiyarladıkça her konuda hikâyesi olan bunaklara dönüyorum,
kurtarın beni a dostlar!)
Cumhuriyet kurulmuş. Ankara toparlanıyor. Atatürk
balık pazarında dolaşırken, balık almakta olan bir Rum kadına yaklaşıp ona
Yunanca “balıklar taze mi?” (Freska
einai ta psaria) diye soruyor. Kadıncağız gözlerini kaldırıp o gözlerle
karşılaşınca bir an hipnotize oluyor ve gözlerine bakamıyor Atatürk’ün. Bunu
yıllar sonra o hanımefendinin oğlundan dinlemiştik ve buna benzer bir dizi
vakayı Lonra’da Atatürk’ü görenlerin “psikosomatik şokları” konulu bir sunumda
kullanmıştım.
Ankara seyahatim her zamanki gibi rüya
formatında geçti. Aşığım ben bu kente. Hiç görmediğim güzellikte bir Ankara
gördüm bu sefer. Yumuşacık karlar altında kalan ağaç dalları, kırmızı damlar,
sarı ışıklar, lacivert bir gökyüzü, limonata tadında bir hava… Elimizde
biralarda başka barlara ve dans salonlarına giderken resim çekmek, sonra da
gecenin pause tuşuna bir çorbacıda basmak pek hoştu. (Bu cümleyi daha sonra bir
romanda kullan. Unutma.) Kürşad beni Ant Kafe nam bir mekâna götürdü. Yerlere kadar
cam, ahşap bir Ankara evi, önü, sağı, solu Ankara. Koca bir şişeye sığınıp bol
keseden güldük. Vasiyetim var: Mektup koleksiyonum O’nun. Siz bçyle güzel bir Ankara gördünüz mü?
Fetih 1453 diye film yapıp gişe hasılatları
kıran, 1453 diye dergi çıkaran zihniyet! Sonra da komşularımızla neden
geçinemiyoruz! Neden acaba? Feridun Hoca’nın fetih kitabını tam da filmle
eşzamanlı çıkarması garip değil mi? (Bu arada bütün yazdığım makalelere
dipnotta “ihtiyatla okunmalıdır yazmış. Neden ben? Ne tehlikem, güvenilmezliğim
var ki?) Adamlar Politiki Kouzina (İstanbul mutfağı/Bir tutam baharat) diye film
yapıyor, bizden cevap 1453. Bir arkadaşım Arapça TRT için bir röportaj teklif
etti. Üzerine Arapça montaj yapılacakmış. Kardeşim atladı, “Ammman abla, sakın
gitme. Bir de üzerine montaj türban filan yaparlar.” Zaten filmi izlememeye
karar verdiğim an felekten çaldığım 3 saati nereye harcasam diye düşünerek açtım
bir reserva Rioja şarap, çıktım karşınıza pembe pijamalarımla. (Alo? Arapça TRT
mi? Şey, üzerime montaj da olsa bir Amr Diab yapabilir misiniz acaba? Nasıl
duracak çok merak ediyorum da! Alooo?? Allooo? Tünele mi girdiniz? Çıkınca arar
mısınız?)
Kardeşim beni azimle güldürmeye devam
ediyor. Geçen gün bir şey anlatmak için çabaladı. Beklediği verimi alamayınca
da “Dıtt. Aradığınız beyne ulaşılamamıştır. Lütfen mümkünse sonra bile denemeyin”,
diyerek gitti. Dün de gelmiş, “Abla, Angelopoulos ölmüş, ama ben hiç üzülmedim”
dedi. Antonio Gaudi gibi boku bokuna gitti adam. Gaudi’ye tramvay çarpmıştı,
ona da motosiklet. Ben de bir daha asla “3 saatte dokunmadan öldüren şey nedir?”
(Cevap: Bir Angelopoulos filmi) diye bir espri yapmamaya karar verdim. “Zamanın
tozu” muhteşemdi, mutlaka izleyin. (Kardeşim biletleri almış, ama korkusundan
bana kakalayıp kaçmıştı.)
Ankara’da son gün Tarih Vakfı’nda erkek
versiyonum olduğu düşündüğüm çatlak arkadaşım Emrah’la bir panel yaptık. Emrah
mor kazak giymişti. “Bıyıkları dengelemek” için giymiş. Panelde kendi adıma pek
bir eğlendim. Sonra baktım ki Lorel-Hardy gibiyiz. Evlere komikliğe gidip
hayatımızı idame ettirebiliriz. Öyle bir dağıldık ki Oktay Hocam ortamı
toplamak için tokmağı ele aldı. Emrah’la etimolojik müsabakalarımız bazen
haftalarca sonuç vermiyor. Ona buradan sesleniyorum. Dergi, derlemek’ten
geliyor. İğfal de gaflet’ten. Bu nasıl anlam kayması? Bu durumda gaflet uykusu
nasıl bir şey oluyor? Ayıp ama. (Dikkat, arkanda dimos var!)
Hayatımın en yaşlı ve yakışıklı erkeği sizlere
ömür. Ömr-vü-hayatımda tek sevdiğim felin olan Pia 2 hafta önce 18 yaşında
vefat etti. Handeciğim ağlamış. Ben de çok üzüldüm. Depresif günlerimde, Hande’ciğimin
beni korumaya aldığı zamanlarda herkesten önce (Burasını açıklayamayacağım
galiba) yatağın ayakucuna girip beni beklerdi. Hande ona Macar Konsolosu adını
koymuştu. Hayatımda hiç Macar konsolosu görmemiş olmama rağmen, bir bakışta
onun Macar konsolosuna benzediğine yemin edebilirdim. Ellerini kavuşturur, sarı
saçları, yeşil gözleriyle konsolos konsolos bakardı öyle. (Dün geceyi bir Macar
Konsolosuyla geçirdim, şoku arkadaşlar arasında egzotik bir milieu yaratmıştı)
Maceram Konya’da devam etti. Teyzeme baskın
yaptık. Teyzemle annem yan yana gelince gülmekten -fiilen- altlarına ederler. Bendeki
bu kahkaha enflasyonu nereden gelmiş onlara bakınca anlarım. Eniştem de inanılmaz komiktir. Bizim sülalede
komik olmayan tek bir insan evladı yoktur. Kahvaltıda hayatımda ilk defa büyük
anneannemin nasıl bir hatun kişi olduğunu öğrendim ve menşeimi söktüm. Eşe
Fatma (Ayşe Fatma) köyün bütün erkekleri savaşa giderken kadınlarını emanet
ettikleri bir kadınmış. Yaman, canavar, erkekten erkek, cesur, akıllı (işte tam
da burası konusunda şüphelerim yok değil), er kişiymiş. Erkekler savaştayken bütün
köyün güveni ondan sorulurmuş. Her işe koşarmış. Ata eğersiz biner, yelelerine
asılırmış. (Bisiklete zor binen ben, acaba onun hastanede kaybolan büyük torunu
muyum?) Bir gün atını çalmışlar. Üç köy ötede bulmuş, sürüne sürüne atın
altından demiri çıkarıp filmlerdeki gibi yelelerine asılıp uçup gitmiş. Hey
yavruuum be! Büyük anneanne modeline bak. Ben de diyorum bendeki bu celali
formatı kim attı bana?
Beni keşfeden editör Adanan Abi (Özer)
geçen gün uyku arasında beni arayıp bir ricada bulundu. Ben de ona “Adnan Abi,
ben yarım akıllı, sıfır hafızalıyım, bana hatırlat Pazar günü”, dedim. Beni iki
gün sonra aradı: “Özlem, unutmuşum”, dedi. Benden cevap: “Neyi Adnan Abi,
hatırlamıyorum bile!” Mevcut halimiz. Yakın geleceğim. Ben sürmenaj yollarında,
amnezyanın kucağındayım anacım.
Az önce kitap yazmaktan puslanan kafamı bir
güzel dağıtayım diye kendime “Hangi
yalan dünya erkeğisiniz?” testi yaptım. (Eşe Ayşe’den feyz alıp) A dostlar, ne
çıktım beğenirsiniz?!!! Selahattin! Bir dizi rezil sıfattan sonra tanım şöyle
bitiyor: “çevrenizdekilerin yüzünü güldürdüğünüz kesin?)
Haftanın
en çarpıcı olayı Halil Hoca’nın telefonda “Özlem, dün gece altıya kadar dans
etmişsin, istihbarat aldım”, demesiydi. Hayata bu kadar bağlı, hayata hak
ettiği değeri bu denli veren başka bir insan daha tanımadım ben. Lowry’nin son
sözünü tekrar ediyorum: “Allah ona uzun ömürler versin!” Hep yanıbaşında
olalım.
Şimdi
herkes dağılsın, âşık olmadan toplanmak yok…
Ha, anaya babaya çok selam…
(Alo? Yalan Dünya test merkezi mi? Şey,
testiniz de bir hata mı var aciba? Tantuni yerim, dedim ama pizza da severim
hani. Ben de parlak takım elbise de yok… Yalan söylemeyi beceremem, yüzüme
gözüme bulaştırırım. Dar kot da giydiğim oluyo bazen. Yok mu benim başka biri
olma şansım. Galiba ben Orçun’a da razıydım. Ammmaaa neden Selahattin çıktım
acıba? Alooo? Aloooo? Tünel mi yine ya!!!!)