14 Mart 2012

SENDE KIRK YILDIR BİR GARİPLİK VAR, YAVRUM…


-Özlem, ne yapıyorsun? Çalışıyorsun değil mi?
-Ho hoyyyyt (Bozulan sinirden mütevellit kahkaha). Evet ya, çalışıyorum. Kitap yazıyorum, bitmiyo. Bitse de denize girsem, Brezilya’ya kaçsam, yan gelip yatsam, kursa filan gitsem, yeni bi dil öğrensem…
-Bir elmalı, bir de vişneli alayım. Börekten de verin. (Bana söylemiyor belli, ama duydum bi kere. Hem çalışıyorum, hem açım.) Ne? Kursa mı gitsem dedin? (Brezilya’ya kadar her şey iyiydi, bir sonraki nebensatz’da sapıttı karı) Seni annenle baban karşına alıp hiç “sende kırk yıldır bir gariplik var, yavrum” demediler mi hiç ya? Demedilerse yakında derler.
-Arkadaşlık bu mudur ya! Off  ya, of  ya!
-Örgü filan örsene sen.
-Ördüm ya, geçen ay bir kazak ördüm kendime (Walla da ördüm ya. Yeşil, pullu, ama öyle pullu ki Tarlabaşı’nda  9. sınıf bir lokalde sahne almazsam, asla giyme ihtimalim olmaz onu).

    Evet, az önce Emrah’la aramızda geçen diyalogun ta kendisi. Son 24 saattir sadece monolog, daha ziyade soliloquy şeklinde konuşuyorum. Sonuç itibariyle böyle oldum. Sonra fark ettim ki, kitap iyi ki bitmiyor. Kitap bitince “kurs” gibi sakıncalı vokabüler tehlikesi var tünelin dibinden gelemeyen ışıkta. Bu ne ya! Son birkaç gündür fasılasız gülüyorum, artık bana müstahaktır kıçımı hermetik ortama sokup çalışmak.
    Emrah börekleri götürünce aklıma geçenlerde Ata’nın Beyaz’ın programında onun fiyakalı sorusuna verdiği cevap geldi. “Bu komiklikler nereden geliyor?” babında bir soru sormaya çalıştı Beyaz, ama olmadı.
Beyaz: Abi, sen neyle besleniyorsun?
Ata: Karbonhidratla!
    Dün gece rüyamda Osmanlıca hocamızı gördüm. Rüyalarımda sık sık boy gösterir. Lakin pembe konverslerle rüyalarımın sahnelerine çıkmasından sonra bunculayın eğlencelisini görmemiştim. Yücel Hoca bana çingene pembesi ve turuncu renkli bir aba giydiriyordu üşümeyeyim diye. Kolları kahverengi şeritli. Sabahın köründe ona sms attım, rüyamı anlattım. Kaale bile alıp cevap vermedi bana. (Bunda hâlâ sms atmayı bilmemesinin ve öğrenmemekte direnmesinin etkisi de var tabii). Ama daha yakın ihtimal “yine kıçın açıkta kalmış” cümlesini kurmaktan çekinmiş olması bence.
     Pazar gecesi Deniz’e gittim. Deniz ve kocası Levent uzun zamandır bir deniz feneri kiralıyorlar. Eski bir Poseidon tapınağı kalıntıları üzerine yapıldığı için bu fenerde kurdukları felsefe okulunun adı da aynı. Levent hafta sonları fenere gidiyor, biz de Deniz’le mahalle hamamına. Deniz beni yine dağıttı. Levent fenere götürmek üzere civciv yetiştirmek için bir kuluçka makinesi almış. (Bu arada Üsküdar’da müstakil bir evde oturuyorlar, bahçelerinde asmaları, evin mahzeninde de kuyuları var!). Salonun ortasında ikamet eden kuluçka makinesinden çıkanlar mahzendeki sepete gidiyor ve orada büyüyor. (Sonra bir de soruyorlar bu romanlar nereden çıkıyor diye? Bütün arkadaşlarım toplansak bir sağlıklı adam etmeyiz ki, bizi yazıyorum, roman oluyor.) Neyse, durun, bu daha bişi değil. Bu hayvancıklardan biri bağırsağı dışarıda doğmuş. Eve gelen temizlikçi kadın da eline iğne iplik alıp bağırsağı içeri dikmiş! İşin garibi civciv sapasağlam, eskisinden sağlıklı! Kocası Levent (Yücel Hoca’mızın da doktoru, ama nörolog olmadığı için onun sinirlerini yerine oturtamadı henüz) ve cerrah arkadaşları tıp adına şok geçirmiş, haliyle. Deniz kadını aramış ve son noktayı koymuş: “Ay, abla, civciv bu, beyaz iplikle dikseydin keşke. Şu anda kıçından siyah bir iplik sarkıyor hayvanın.  Hiç estetik değil! ”
    Geçen Pazar pek çok Rum ve Türk arkadaşım baklahorani karnavalına katıldı.  Kılık değiştirip bir güzel eğlendiler. İrini Hoca da mahallenin çatlağı kılığına girdi. Benim yıllar önce Prag’tan aldığım mor kadife şapka, Malta’dan öğrencilerimin getirdiği mor tüylü çanta, Çingene pembesi pullu bir kemer, vs. takım düzdük ona. Gece şöyle bir şey geldi aklıma ve kendi kendime koptum: Ulan ben bunları normal zamanda giyiyorum ya! Oh, no! Mahallenin delisi ben miyim? Şükür ki Sezen Aksu yanımdaki duvar komşusu oldu da şimdilik unvan onda kaldı.
     Dün akşam Mr. Mutluluk Hattı’nın denize cumburlop, Galata Kulesi’ne hulahop, yandaki caminin müezzinine hooooop evinde kahkaha efektli bir gece geçirdik. Mahşer-i Cümbüş’ün birbirinden güzel, akıllı ve eğlenceli kız oyuncuları -hepsi tam 3 adet-  onu ziyarete geldiler. Ben de en sadık hayranlarından olduğum bu hatun kişileri kaçırmak istemedim tabii. Ben memleket şartlarında böyle zeki, hazır cevap ve komik hatun kişiler görmedim anacııım.. Sahnede sadece gördüğüm anda bile Pavlov’un köpeği gibi gülmeye başlıyorum. Dilek (Çelebi) yıktı bizi. Babasının oyunlarından birine geldikten sonra kurduğu şu cümle sonunda derdest olmuştum zaten: “Kızım, bir çocuk oyunu oynuyorsun, bir orospuyu oynuyorsun. Düzgün bir şeyler oyna da, dayınları da çağıralım.” Kafkas Tebeşir Dairesi’nde başrol alınca da, “Nee? Hizmetçi mi? Kandırmışlar başrol diye?” gibi saldırılara da maruz kalmışlığı var.
  Bakın ekşi sözlük onun için neler demiş:
“Yaratıcılık konusunda sürekli tavan yapan, doğaçlama konusunda çığır açmış insan.”
“Her türlü kılığa, şekle, sese, nesneye, objeye girebilen mükemmel ötesi oyuncu.”
“Bu mükemmel oyuncuyu gören biri, bir daha kendi için "yetenekliyim" diyemez.”
“Bu geceki programında yaptığı taklidiyle oyunculuk olayını bitirmiş insandır kendisi.”
     Wallahi müptelasıyım, siz de en kısa zamanda Hayalhane’den (Sadri Alışık Sokak, no: 24/26) yerinizi ayırtın ve çocukluğunuzu bedelli yapmış gibi gülün.
    Geçen gün eski bir erkek arkadaşımı anıp hayli güldük. O zaman pek gülemiyordum, ama yıllar sonra pek bir komik gelmeye başladı. (Tehlike uzaklaşınca yani). Kardeşim onun için “Abla ya, biz onu nazik, kültürlü, frankofon diye aldık, fermuarını açınca içinden tır şoförü çıktı”, diyerek son noktayı koymuştu. (Tır şoförlerine tekzip. Mohaç ovasında bir restoranda tıkınırken yan masada dört dilde bülbül gibi öten, kültürlü Sırp bir tır şoförüyle şaşkınlık içinde muhabbet etmişliğimiz vardır.) Velhasıl, tam da bu seyahatte bakın Niş’te başımıza neler neler geldi.
    Bizim akılsız, ince uzun bir hediyelik eşya dükkânında hediye bakıyor. Zaten hiperaktivite var bende, yavaş hareketler bünyemde alerji yapıyor. Tam 40 dakikadır dükkânda fıldır fıldır dolanıyor, tek bir şey seçemedi. Ben de Sırp ellerinde katil olmayayım diye kendimi dışarı atıyordum ki, bunda da bir sinir hali hâsıl oldu. Tepinmeye başladı. Tam o esnada “ ‘iyi günler’den başka bir şey demek isteyen var mı!” modunda, kısa saçlı, bol etli ve yağlı, lakin erkek kıvamında bir Sırp teyze girdi içeri. Anlaşıldığı üzere dükkânın sahibesiydi. Ana kraliçe gibi girdi dükkâna. Bizim asabi delikanlının dev gibi boyuna bosuna hiç ama hiç takmadan bana onu göstererek sinirli bir edayla sordu: “Ruski?” (Rus mu bu?) Sırpça bilmesem de anladım ve ossaaat cevap verdim: “Turski!” işte tam o anda kadının alt yazısı “abbbbovvvv” olan bir hareketi vardı ki, hâlâ hatırladıkça gülmekten ağrı girer karnıma. Elleriyle kafasını tutup yuvalarından fırlayan gözleriyle “imdat” der gibiydi. Tanrım bizi Türklerden koru!
    Yalan Dünya yine muhteşemdi. En çok da yandaki inşaatta çalışan inşaat işçilerinin, gürültüyü protesto eden bizimkilere ettiklerine güldüm. Madara ettiler gençleri. “Biz yevmiyemizi desibel üzerinden alıyoruz” ve “basları biraz azaltın, buldozer solo duyulmuyor” en sevdiğim replikler oldu. Aşağı pijamayla inen kızlarda kendimi buldum. Ben çizgili pijamalarımın yanı sıra kafamdaki ıslak havluyla son bir yıl içinde en az 10 kere yandaki inşaatı ziyaret ettim. (Banyonun camından attığım “Buckingham Palace bile bu kadar sürmedi!” nidaları da cabası) Yandaki vaka beni çok kızdırmakla birlikte (böyle durumlarda viledanın sapıyla bir iki kiremit indirip rahatlıyorum, çünkü benim balkondan kiremitler bir vileda kadar yakınlar bana anacımmm) pek de eğlendiriyor. Evi Sazan Aksu almış. Zeki Üngör’ün doğduğu ev olan bu evi (bknz. Beylerbeyi Ansiklopedisi, cilt II) Mehmet Akif Ersoy’un evi sanıyor kendisi. İşte anacıım, memleketin sanatçı profili. Gazetelerde boy boy çıkan bu haberi her gördüğümde kopuyorum. Sazan Aksu İstiklal marşına dair cümle zatın evlerini toplamıyor ise (ihtimal bu ya) kimin evini aldığını bile bilmiyor (ki bu bana daha yakın bir ihtimal gibi geliyor). Bu arada bu güzel ismin vaftiz babasının Süheyl Hocam olduğunu öğrendim. Kendisini sonsuz sevip sayarım, bu güzel ve anlamlı buluşu sayesinde ikiye katladı sevgimi. Onu çok özledik. Bir gün görmesek özlerdik, şimdi hiç göremiyoruz.
     Bu gece Erol beni öldürdü, kendimi görmemi sağladı. Program öncesi kahve eşliğinde dertleşiyorduk. Şöyle bir diyalog geçti aramızda:
“Erol, sence ben diksiyon dersi alsam nasıl olur?”
“Bilmem, ama sen 10 dakikadan sonra kontrolden çıkıyorsun ki…”
     Sınır tanımayan çenebazlar listesinde top 1’mışım da haberim yokmuş. Yanı, Mr. Mutluluk Hattı repliğiyle durum şuymuş: Ayy, bana da ben kuruş ver konuştur, on kuruşa susturamazsın anacııımmm..
  Şu anda kitap yazmamak için 30 adet blog yazacak kıvamdayım. İmdatttt!! Alooo,
 Doğan Kitap mı acibaaaa?