Evvvet,
işte tatillerin kralı bendeniz klavyeyle buluştum. Sonuç şöyle oldu. Pek
sevdiğim bir karikatür var, tam da beni anlatıyor. Baba ve oğul koala ağaca
yapışmıştır. Ufaklı babaya sorar, “baba biz neden böyle tembeliz?”. El-cevap:
“Sonra anlatırım”. İşte son üç haftadır o kıvamdayım. Bütün bir sene nasıl
yorulduysam artık, rüyalarımda bile tembelliğin doruğundayım. Rüyalarım
deyince, Allahım, bu bilinçaltı ne pis bir yer yahu. Dün gece rüyamda Ekvador
devlet başkanı Correa’yı uzun saçlı ve olduğundan daha bir yakışıklı gördüm.
(Onun olduğundan daha yakışıklı nasıl olunur ki, diyeceksiniz. Haklısınız.)
Seviye bu anacııımmm… Aşağısı kurtarmaz.
Rüya
demişken, kardeşim geçen gün sabah sabah yere yıktı hepimizi. Rüyasında
Bernardo’yu görmüş. (Bernardo 90’lı yılların çocuklarının kalıbı sayılan
hizmetçi tiplemesi. Yani, 80’lerde Sebastian ne ise bu ufaklıklarda Bernardo o.
) Bernardo elinde Dia poşetleriyle eve gelmiş rüyasında! Yerle yeksan olduk
tabii. Çocuk rüyasında bile ekonomi yapıyor. Hizmetçimiz var, ama Dia’ya
gidiyoruz. Nasıl bir psikolojidir bu anacııım, rüyada bile elimizi korkak
alıştırıyoruz. Gördüğünüz üzere iki kardeş son zamanlarda içimizdeki çarpıklığı
rüyalarımızdan seyrediyoruz. Nazlı Eray’ın “Rüya Ekranları Ormanı” hikâyesi
gibi olduk. Hey yavrum, ne tatlı hikâyedir o. Ormanın ortasında bir ekranda
herkes rüyasını izler dev ekranda. Hastasıyım Nazlı Eray’ın. O ve pek sevgili
Buket Uzuner okuyarak yazmaya başlamıştım. Bu iki aslan hatun kişinin hakkını
verelim.
Kardeşim her gün bir inciyle çıkıp geliyor.
Bu sene tıpta 6. yılı olduğunaaa hastanede ikamet ediyor. En trajik yerde bile
eğlenecek bir şeyler buluyor. Geçen gün bir çocuk gelmiş acile. Babası takkeli,
cüppeli, sakalı yerleri süpürüyor. Çocuğun adı Oruç, ikinci adı Ramazan,
soyadını söylemeyeyim, ama aynı kurgudan seçip koyun bir soyisim siz. Acile
gelme sebebi: Kafasına kitap düşmüş. Fransızca-Sanskritçe sözlük düşecek değil
herhalde, belli ne düştüğü. Ölseydi kesin şehit olurdu, ama sağ kalana ne denir
bilmiyorum güzel Türkçemizde. Bundan gayrı bir haftada iki kez gelen bir amca
varmış. Önce darptan gelmiş, sonra da hafiften vurmuşlar. Hafiften sıyrık bir
adamcıkmış. Kim bilir kime çatıp dayak yedi. Yanında da pembe kapaklı bir kitap
varmış: “Arkadaş bulma ve elde tutma sanatı”! Ben Merve’nin yerinde olsam
şimdiden “Acil durumlarda kolu çekin” adlı bir kitap yazmaya başlardım
erkenden.
Salamanca’dan hocam ve pek yakın dostum, Aşkın Beş Hali’nin Nora’sı Ana
geldi. Son iki haftadır onunla Şarköy’de bağlar ve zeytinlikler arasındaki
evceğimizde Oblomovlar gibi yattık. Bir bavul kitap aldık yanımıza. Babamın
çocukluk arkadaşı Ümit Amca yıllar önce koca bir toprak alıp bütün çocukluk
arkadaşlarını toplamıştı deniz kenarında. Şimdi bütün Malkaralı arkadaşlar
yazları yan yana oturuyorlar. Ne
muhteşem, ne ince bir düşünce değil mi? Ancak Ümit Amca’nın aklına gelecek
kadar ince. Arkadaşım Ana kuzenler, yengeler, amcalarla gece gündüz her gün
başka bir evde olmak üzere yapılan dolma sarma, baklava açma, börek yapma
işlemine destek olurken biz Türklerin yeme, yemek düşünme, daha yemek
masasından kalkmadan başka yemekler hayal etme, bıkıp usanmadan imece halinde
gece gündüz yemek yapma kapasitesine şaşakaldı. Onu her gün başka bir evde
pratiğe saldım. Parmakları dolma sarma ilminde yoğrulmuş olarak gönderdik
ikinci vatan Salamanca’ya. Şöyle bir diyaloğa şahit olup milletimizin tüm
şifrelerini çözdü:
Durum: Gündüz
yapılan envai yiyecek akşam ağaç altında yine imece halinde birkaç hane
arasında kahkahalarla yenirken, gerek belirir ve tarif alınması gerekir.
Kuzenim Esra uzakta olan kocasına telefon açıp, onu “Aynur Abla’nın gül tatlısı
tarifi” için yatak odasındaki çekmece yönlendirir. Hattın diğer yanında hayli
masumca bir cevap gelir:
“Muazzez Teyze’nin böreği var, olmaz mı?”
Hal böyle
olunca ben de son zamanlarda “oooossssole mio” (Oh, güneşim benim) diyemiyorum
tabii. Şarkıyı kendi kendime ithaf etmem gerektiğinde bakın nasıl adapte
versiyonun kullanıyorum: Oooorssssooo mio! (Ayım benim).
Şu anda
dünyadan kaçmış bir halde annemlerin evindeyim. Pratik olarak beş değişik evde
yaşıyoruz yıl içinde. Evim, kardeşimin evi, bizimkilerin evi, Şarköy ve
Antalya’da olmak üzere yıl boyunca hep sirkülasyon halindeyiz. Kısacası hepimiz
bavulda yaşıyoruz. Bu sefer dünyadan kaçayım, huzur bulayım diye kimseciklerin
bilmediği bu eve geldim. Anacım, dert biter mi? Huzur bulacakmışım! Nah bana
huzur. Alt katta yontma taş devrinden çıkıp, cilalı taş ve bronzu atlayıp
doğrudan apartmana düşmüş bir aile oturuyor. Sanırsın her gün koyun
boğazlıyorlar. Sadece emir kipi ve küfür ile anlaşıyorlar. Derler ya günde 500
kelimeyle anlaşıyoruz, bunlara sadece 10 kelime yetiyor: Allah cezasını versin, giiittt, otur, kalk,
salaklar ve de kimseciklerin o cadaloz karı gibi söyleyemeyeceği
“hayvannnnlaaaaaarrrr”. Bu son kelime tek başına en az bir dakika sürüyor
zaten. Bugün baktım inlerinden çıkıp çarşıya çıkıyorlar, kapıda kıstırdım. (Ben
de az psiko değilim). Aramızda şöyle bir diyalog geçti. Azı var, fazlası yok:
ÖK: Ayyy, akşama kadar evi başımıza yıkıyorsunuz.
Bizim evde yaşıyor gibisiniz. Her şey duyuluyor.
PA (Patentli ayı karısı): Siz de keman çalıyorsunuz,
duyuluyor.
ÖK: Keman değil o bi kere, ud. (Bi de bize sor, ne
zor geçiyor annemin o ud çaldığı saatler)
PA: Olsun, ben seviyorum. Olsa dinlerim.
ÖK. Gelin dinleyin, bekleriz. (Tam olarak bunun için
kıstırmamıştım onları sanki. Yoldan sapar gibiyim. Şiddete davet ediyorum
kendimi.) Çok küfrediyorsunuz, biz duyuyoruz.
PA. Evet, sinirlenince salak diyorum bunlara.
(Veletler de yanında)
ÖK: Hayır, daha ziyade hayvanlaaaar diyorsunuz.
PA. Ay, diyorum tabiii. Delirtiyorlar beni. (bence
hazır delirmiş aldık biz manyak komşuyu, çocukların suçu yok). Doktora götürdüm
onları. (Neden? Kendini götürsen daha sağlıklı sonuç alırdık apartmancak). Bir
şeyleri yokmuş, sadece kıskanıyorlarmış. (Bi de sana baksaydı doktor, neler
neler bulurdu.)
ÖK: Çocuklara bağırdığınızı söylediniz mi?
PA. Ayy, söyledim. Benim normal sesim bu, dedim.
Bak, şimdi de bağırıyorum. (Vallahi patentli manyak, kertenkele gibi kuyruğu
bırakıp ufaktan kaçayım ben iyisimiiii. Uyandırın lan beni bu kâbustan.)
ÖK. Evet, gerçekten de sesiniz öyle. (Neandertal
perdesinden). Haydi sağlıcakla. Görüşürüz. Kahveye de bekleriz. (Bu arada tuz
da bulundu. Avlandıktan sonra batırın, öyle çevirin ateşte.)
Ana’yla
iki hafta non-stop çene yapıp, bolca güldük. Neler öğrendim neler. Arjantin’de
akıl hastanelerinde çekilen bir program varmış. Sadece delilerle röportaj
yapılıyormuş. Nasıl fikir? Ben bayıldım. (Ben talibim, uzağa gitmesinler, gelip
benle başlasınlar.) Ana takvim ve zaman kavramı üzerine bir kitap yayınladı.
Yıllardır dünyanın cümle takvimini inceliyor. Bu arada benim matematik ve
astroloji yetmezliği çeken kafamın alamadığı bir şey çözmüş: İsa MÖ. 7. yüzyılda
doğmuş! Bunu ispatlıyor belgeler ve işlemlerle. Kilise’nin de bunu bildiğini
ama itibarının sıradan mümin halk önünde sarsılmaması için zamanında sesinin
çıkarmadığını söylüyor. Kitabın acilen Türkçeye çevrilmesi lazım. Ayrıca bu
kitaptan bugün kullandığımız Gregoryen takvimin Salamanca’da yapıldığını
öğreniyoruz belgelerle. Nasıl? Aziz Nesin’in “Şimdiki Çocuklar Harika”
kitabında bir hikaye vardı. “Bütün bildiklerinizi unutun” diyordu öğretmen.
İşte bu kitap da öyle diyor bence. Peki güney yarıkürenin kutup yıldızını
göremediğini biliyor muydunuz? Ne komik değil mi? Adamların şarkılarında da
yoktur bu durumda kutup yıldızı.
Shakespeare Hocam Ercüment Atabay 90 yaşına
bastı. Bunu iki koca şampanyayla kutladık. Onun da dediği gibi “elimizle
getirdiğimizi, karnımızla götürdük.” Sefamız oldu. Sıcakta da pek iyi geldi.
Burhan Altıntop’un en sevdiğim repliklerinden biridir. Öleceğini öğrenir,
saçlarını sarıya boyatır, İskoç eteği giyer ve bir sabah cıstak bir müzik
eşliğinde: “Ohh, hep sabah kahvaltıda şampanya içmek istemişimdir. Cızır
cızır!”, der. Üşenmeyip bir bakıverin, çok komik sahnedir ha.
Canım
Trakya’mın güzel içen insanları. Şarköy yolunda bir restoran adı gördük: Aydık.
Başka nerede bulunur böyle restoran adı. Sarhoştuk, aydık. Vallahi bu
etimolojik hastalığım öldürdü beni. Buket Uzuner okula gelip bize yeni
kitabıyla ilgili çalışma yaparken bulduklarını
anlatmış, mest etmişti bizi. Türk mitolojisindeki ay’ın yerini anlatmış ve herkesin
güneşle ilişkilendirdiği ayçiçeği kelimesinde (günebakan ve günâşık
kelimelerinden başka) ay’ı kullanmamıza değinmişti. Bakın, daha güzel bir
örnek. Sarhoş olduktan sonra ayılırken, ışığı görüp ayılırız. Işık, güneşten
değil aydan gelir. Büyük ihtimalle aymak, ayılmak fiilleri içindeki gizli olan
ışık ay ışığı. Ne hoş değil mi?
Mr. Mutluluk Hattı’na kocaman bir
patch-work yatak örtüsü diktim. Tatil diye buna derim ben.
İki gün
içinde yeniden Frengistan yollarındayım. İtalya iki hafta bize katlanabilir mi
bilmiyorum. Massimo Montanari’yle tanışmanın heyecanı içindeyim, Korsika’ya
bile heyecanlanamıyorum. Döndüğümde bana hangi şarkıyı söyleyeceğinizi
biliyorsunuz? (Çünkü ben bu bedene birkaç kiloluk daha kat çıkmış olacağım
korkarım.) Bir kat tüf şarabı, bir kat gniocchi… Oooooorsoooo mio!