3 Aralık 2012

KÜÇÜCÜK BİR TUĞLACIK ya da SERBESTİM RADİKALİM…

    
       Evvvvett, bugüne bugün asabımı bozmaya yeltenenin kafasına indirebileceğim tam tamına 530 sayfalık bir kitabım var. Pablo kitabı alınca telefon açıp “menudo ladrillo” (“eşek kadar tuğla” anlamında “minik tuğlacık”) dedi. Sonra Cezmi Hoca aradı, teşekkür etti ve konuşmaya çağırdı. Konu bildik yere geldi. “Evladım, artık vakit geldi”. Meseleyi hemen çözdüm. “Son birkaç yılımın tadını çıkarıyorum hocam”, dedim. (Son birkaç on yıl da olabilir).“Böyle başlar. Onun sapı, bunun çöpü derken gittikçe kimseyi beğenmez evde kalırsın. Çabuk kararırını ver,” dedi. Karar vermekte zorlanmıyorum aslında. Bugün kendisini arayıp kararımı verdim: Gabino Diego”, diyebilirim. Johnny Depp de olur. Sorun fizibilite.
      Röportajlar, programlar ve benzer aktivitelerle kitap tanıtımı için imece halindeyiz. Basın tanıtım müdürümüz Ebru ağzımdan çıkanı kulağım duymadığı için röportajlara bizzat gelip arkadan yanlış notaya bastığımda o kocaman güzel mavi gözlerini büyütüp bana mesaj veriyor. Bu şenlikli bir aktivite. O an gülmekten yere düşmemişsem durumu kotarıyoruz. Geçen gün aradı, büyük televizyonlarımızdan birinden programa davet edeceklermiş. Program yapımcısı da az sonra beni arayacakmış. Aramaz olaydı. Şöyle bir diyalog yaşadık:
X-İyi akşamlar.
ÖK-İyi akşamlar.
X-Nasılsın? (Törkiye’de terbiyesizce bir ikinci tekil hastalığı var, ondan sandım.)
ÖK-İyiyim, siz nasıl nasılsınız?
X-Beni hatırlamadın mı? (Niye hatırlıyorum ben seni? Kulağımda erkek sesi ayrıştıran bir hafıza yüklü diiil ki anacım!)
ÖK. ….. ( Ha,  Ebru adını söylemişti adamın, dur bi toparlamaya çalışayım durumu.)
X-Ben X. (Zerre kadar tanıdık değil, sıçmanın arifesindeyim.)
ÖK-Ayy, kusura bakmayım. Ben 11 yıl önce televizyon ve gazeteye son verdim. (Alt metin: Sen o aptal kutusunda çıkıp kendini meşhur olmuş sanabilir, hatta bu banal zevkler memleketinde olmuş bile olabilirsin, ama benim meşhurdan anladığım Montanari gibi bir şey canımmm. Daha da alt metin: Nerden tanıycam lan ben seniiiiii!)
X-Aşk olsun. Yıllar önce Bahçeşehir’de göl kenarında yürümüştük.( İmdatttt, ambiyanzzzz.)
ÖK-Biraz hatırlatın. (Hah, al sana, ne güzel topladın durumu kızıım kereviz, eskisinden de beter oldu. Keşke bıraksaydın dağınık kalsaydı.)
X-Romantik bir konuşma yapmıştık hani… (Ona romantik gelmiş belli, bana da ormantik. Yoksa romantik saatler geçirdiğim erkekleri neden unutayım ki. Unutmamak için romanlarıma kahraman yapıyorum irili ufaklı, unutulmuyooo yani…)
ÖK- … (Sükut altınmış, yalancı atasözü. Biri beni kurtarsın plizzzzz. Ebruuu, kurtar çabuk beni! Ambulanzzzzz)
X-Önümüzden gelin geçmişti…. (Hey yarummm be, herifi hatırlamadım, belli ki hiç iz yapmamış, ama hafızası bende iz yaptı şimdi  durduk yere ha… ) Türkiye’nin en yakışıklı erkeğini nasıl unutursun? (Vallahi, billahi böyle dedi zat! Ben de soruyorum kendime 38 yıldır koskoca memlekette göremediğim bir şey mi varmış sanki diye. Şaşkınım anlayacağınız.)
ÖK. Hatırlıycam şimdi…. (Bok hatırlıycan kızım kereviz. Ama o esnada hayalimin fonunda Ebru’nun koca gözleri büyüyor ve “hatırla oniiii” diyor. Yencek bu ıspanak, hatırlancak o gelinnn misaliii, içilecek o süt….)
X-Sana 9.30 ile 10 arasına kadar zaman veriyorum. Resmime bak ve beni hatırla. (Şimdi siz şaka sanıyorsunuz ya, azı var çoğu yok. Hey memleketimin aptal kutusunda şişirilmiş egoları, işim gücüm var anam var benim. Ama meraktan bi bakayım dedim ve hatırlayamadımmm anacııımm.)
     Şimdi yapalım analizimizi. Hikâyenin devamını inanmazsınız diye anlatmıyorum ama Törkiye’nin durumu çoook vahim o kadarını bilin. Yıllar önce aşk yaşadığımızı sanan bir ecnebi bir arkadaşım vardı. Çok yakın arkadaştık, yani ben öyle sanıyordum. Sevgilimi gözleriyle görünce bana küstü ve yıllarca konuşmadı benimle. Audrey Tautou’nun ve yakışıklılar yakışıklısı Samuel Le Bihan oynadığı Seviyor/Sevmiyor filmini izleyince “erotomania” diye bir hastalık olduğunu öğrendim. Karşı taraf senle aşk yaşadığını sanıyor ve buna inanıyor hiçbir duygusal/fiziksel belirti olmasa da. Film süppperdi! İlk yarısı kızın gözünden: kötü adam, onu hep ekiyor, tatile gidecekleri gün havaalanına gelmiyor, vs. İkinci yarı adamın gözünden: kızı tanımıyor bile! Sadece bakkalda,  yolda karşılaşıyorlar. Kız tehlikeli olmaya başlayınca da tıkıyorlar akıl hastanesine (Yunancasını en sevdiğim kelime: trelokomio!) Yıllar sonra iyileştiğine ikna ediyor doktorları ve çıkıyor. Son sahne müthiş! Hastanede temizlikçi adam kızın odasını temizliyor, dolabı çekiyor ve ne görsün! Kız yıllar yılı kendisine verilen renkli haplarla adamın devasa bir portresini yapmış… Hey yavrummm, finale bak.
     Çok sevdiğim bir fıkradır. CIA’ye adam alacaklar, test yapıyorlar. Temel gelmiş. Her türlü işkence etmişler ser vermiş sır vermemiş. Falaka, dayak derken derisini yüzmeye kadar varmış iş. Atmışlar kaynar kazana. Temel asla ihanet etmiyor, sır olan kelimeyi söylemiyor. Tam işe alacaklarken kazandan bir ses geliyor. Bizim Temel kafasını vuruyor “Hatırla oniiii, hatırla oniiii!”…
        Kitap röportajları arasında en sevdiğim Aktüel’den Ürün Hanım’la olanı idi. İçeri girip bana “aaa, sizin yaşlı ve çirkin olmanız gerekmiyor muydu?” dedi. Nerde bende o şans anacım! Bu da bir şey mi, siz beni bir de yaşlı ve çirkinken görün.
      Kimya mühendisi eğlenceli akademisyen bir arkadaşım olan Ayşegülcüğüm geçen sabah gelip bana sen “serbest radikalsin” dedi. İlkokuldan terk kimya bilgim durumu kotarmayınca açıkladı Ayşegülüm. Bu kimya âlemindeki serbest radikaller başlarına buyruklarmış ve sadece işlerine gelince diğerlerinin yanına gidip onlarla bir compound oluştururlarmış. Sonra da kaçıp başka atomlara yelken açarlarmış. Bağımsız varlıklarmış anlayacağınız. Şimdi beni gördüğü her yerde “serbestim radikalim” diyor. Pek hoşuma gidiyor. Ulan konu yine mi aynı yere bağlandı kiiii?
       İslam Korkusu’yla birlikte akademik puanım 900’ü geçmiş oluyor. Şöyle söyleyeyim: 120 puan profesörlük için yetiyor. Yani ben ve beraberimdeki 7 kişi, ya da ben ve diğer 7 alter egom profesör olabiliriz aynı anda. Bu güya artık daha az çalışıp, yan gelip yatıngen anlamına gelecekti. Ama bünye hastalanmış bir kere. Hafta sonu itibariyle kendime nur topu gibi saçma sapan işler buldum. Patch-work olsun, Yunanca roman olsun, Meksika tortillası yapma ve yemeye yardım etme çalışmaları olsun, yüksek performans sergiledim. Ne, Yunanca roman mı dedim? Yok anam, tam da iyileşememişim. Kurtarınnn len beni!
      Fuarda kitap imzaladık. Ben de ki şans bu bir tarafıma Erdil Yaşaroğlu, diğer tarafıma Mehmet Ali Birand oturdu.  En az son 299 yıldır televizyonda yüzü görünen biri olarak hayli az kitap imzaladı Birand. (İmam hatiplere çektiği yağlarla ondan soğuyan insanları da hesaba katmak lazım). Sonra baktı olmuyor, Cosmo Boy pozları vererek masaya çıkıp bacak bacak üstüne attı. Gözümden kaçtı sanmasın. Diğer tarafta ise her imza günü olan yazar için bir travma yaratacak biri vardı: Erdil Yaşaroğlu’nun 2 km’lik imza kuyruğu insana kendini mommok hissettirmek için idealdi. Bendeki şansa bak! “Şey, affedersin Erdil Abi, istersen bana da imzanı öğret de sana yardımcı olayım boş zamanlarımda.” Annemle babam imza günüm için Antalya’dan döndüler. Akşam evde annemle şöyle bir an yaşandı:

-Sen de çocuk kitabı yaz. Bak o çocuğun ne çok seveni var. (“O çocuk” dediği Erdil Yaşaroğlu)
-Anne o çocuk kitabı yazmıyor, karikatür çiziyor. Fazla zeki yani.
-Ay, ben çok beğendim onu. Çok yakışıklı. Evli mi o?

      Yine dönüp dolaşıp aynı yere gelmemiz beni öldürecek. Hele annem söz konu ise bu ısrarda hiçbir gerileme kaydedilemiyor gördüğünüz gibi. Evli olmasa Erdil’i alıp eve getireceğiz yani, o derece. Annem tarafından olaya bakarsan manzara şu: hem komik, hem yakışıklı. Çok bile yani.
        TRT Türk’ten inciler. Malum ben TV izlemem. Az önce babam geldi, açtık bir şarap, ben blog yazarken o da haberleri izledi. Ben de şöyle bir kafamı kaldırıp bakayım dedim,  memleketin resmi kanalı olacak TRT Türk’ten iki dakikada iki inci buldum. Güzel bir Deutsche Bank yazılmış, s’si cehaletten düşmüş. İkinci inci telaffffuz incisi. Zeitung’u teyzem zeytunk okumaz mı? Ulan hadi bunu hiç duymadın, Zaytung diye bir eğlencelik gazete de mi duymadın? Hiç şüphelenmedin mi neden zaytung diye? Haber izleyince eskiden memleketin haline sinirim bozulurdu, şimdi buna bir de cehaletin diz boyu çıkması eklendi. Güzelim TRT kimlerin eline düştü a dostlar. Al sana demokrasiye uygun seviyede resmi kanal. Bence çok bile.
       Kitap bitti ama aklım hala yerine gelmedi. Geçen gün lavaboya gittiğim bir anda Mr. Mutluluk Hattı beni aramaya gelmiş, bulamamış. Görünce, “Özlem, seni aradım, bulamadım”, dedim. Benden cevap: “Bilmem, lavaboya filan gitmiştir herhalde”. A dostlar, hale bak!  İçimden çıkan diğer beni dışarıdan izler mi oldum ne? İnanın hangisi daha beter bilemiyorum.
      Sözlerime en sevdiğim Fatih Terim repliğiyle devam etmek istiyorum. İzlerken yere düşeyazdıydım. İmparator’la İngilizce röportaj yaparlar, o da incilerini dizer. Şöyle biter: “What can I do sometimes?”