19 Şubat 2013

BOK!


        Çok rica ediyorum, bir yanlış anlaşılmaya mahal olmasın. Sadece Hırvatça bir selam vereyim dedim. (Bazen uğra bize, yok hiç kötü niyetim.) Hırvatçaya, Boşnakçaya, Sırpçaya ayrı zaman mı? Hayır, learn and go! Slobodancığım bir kitap göndermiş, Sırpça değil üçünü bir arada öğretiyor.  Ortalama yedi heceli Yunanca kelmelerden sonra, iki heceli Sırpça kelimelere kandım, bir de baktım ki arkadan sıfat çekimleri ve daha neler neler… Oh, hunimi de taktım, danz danz…  
       Size çalışma masamdan sesleniyorum. Evvel zaman içinde üzerindeki kitap enflasyonundan klavyenin koordinatlarının kaybolduğu koca çalışma masamın üzerinde mevcut olan nesnelerden bir kuple derseniz: renk renk oje, ruj, pudra, toka, cd, boş bir şişe Rioja: en sevdiğim İspanyol şarabı (Neden ben hep şişenin boş tarafını görüyorum, pesimist miyim olm ben?), Kaan Hoca’nın Aristo kitabı (her gün anlama umuduyla okuyorum yatmadan önce, sonra rüyamda neler neler…), hafta boyunca alınmış ve kimden duyulmadığı bir türlü hatırlanamayan sayısız sözün notu!. 
       Bakalım kimler ne boy boylamış, soy soylamış:
  -Yayla balığın ilişkisinden geriye kılçıklar kalırmış. Kim dediydi hatırlamıyorum, ama pek hoş.
   -Başka bir arkadaş evini Terkos Pasajı’yla Perşembe pazarının evliliğine benzetti. Bir de benimkine bak! Sırp halk pazarı ile Prado’nun nişanı!
   - Hande uyarmış “Sakın gidip oraları (Belgrad) karıştırayım deme!” . Oraları karıştırmadım, ama döndüğümde aklım bayağı karışmıştı yani. (Kardeşim olsa “Aaa, akıl olmadığına göre ne karıştı acaba?”  demez mi? Der bence.) Bruno dün sordu “Güzeller mi?”  diye. “Kızlar süper, erkeklerde iş yok” dedim. “Çok politiksin”, dedi. Heee, Sırp Demokratik Birlik Partisi politikası güdüyorum. Ne politik olcam be, bi tane yakışıklı ve bol yetenekli adam var koca ülkede, onunla da kavuşamadık bir türlü. (Döncem ben ona.)
    Baharcığım nazik bir konuda bana akıl verdi, ben de hemen uyguladım. Tam süper oldu. Çoook teşekkür edince: “Bende de bir gün çalışıyor zaten, o da sana denk geldi. Ne güzel!” demiş. Saygıyla anıyoruz.
      Pazar sabahı:
-Özlemmm, kooooşşş, televizyonda Fransızca’ya benzeyen ama Fransızca olmayan bir dill var!
-Tamam, anne sakin ol,  derin nefes al, kaslarını gevşet, sakince koltuğa otur ben yetiştim! Paniğe mahal yok!    
    Nasıl bir tepkidir bu yeavroom ya? Banyodan bir çıkışım var ki, görmeye şayan. Sanırım bendeki delilik yakın çakın çevreme sirayet ediyor. Ya da köklere dönüyorum. (Bu arada o dil Portekizce. Her eve lazımım. Bakın, insanların nasıl elzem ihtiyaçları oluyor. Hepsine anında cevap verebiliyorum.)
     Annem Ataköy 7-8. Kısım’daki ev fiyatlarını duyunca da keçileri kaçırmış olabilir. (Keçileri kaçırmak nerden geliyor aciba? Pan’la bir ilgisi var mı?) Cumartesi ev bakmaya gittik. Tebdil-i mekânda ferahlık var mottosunca yeni ev bakıyoruz. Beğenebildik bir tane. 1 milyon 400 demez mi emlakçi tabir edilen adam. “Macar Forinti mi, Polonya Zlotisi mi anacımmm?” diye sormak zorunda kaldım. Avro imiş. Tiril tiril 3 tirilyon tirink para ediyo. Ataköy tabir edilen düzlükte, batağın göbeğinde. Yazın sivrilerle dans filmi için mekân da bedavaya geliyor, kâra bile geçiyorsunuz bu durumda. Türk milleti tam anlamıyla kafayı yemiş! Sardegna'da şato alınır o paraya anacım... Lütfi hoca yıllar yılı bana emlak kraliçesi diye latife eder, “Ooh, seni alan yaşadı”, der. (He, he… Ben o beni alana ömür boyu emlak vergilerimi ödetirim, haberi yok.)  Sanırım henüz emlak krallığı denen şeyi hiçbirimiz görmemişiz. Bendeki Can Baba’nın mal beyanı: Avşa Adası’nda üç daire, dört üçgen, beş dikdörtgen…
     Yalan Dünya’yı izlerken direndim, ama kamera hatalarında fiilen altıma ettim. Bu kaıdn aklını kaçırmış. Üç tane Gülse Birsel olsa memlekette tüm psikolojimiz düzelir vallahi, ryhani refah seviyemiz yükselir.  Replikler öldürecek beni. Rıza Ahmet’e dert yanar, Deniz bırakmıştır.
-Yok abi, tabii ki sadece “bitti” demedi. İlk günden bugüne öküzlük tarihçem ve hıyarlıklarımdan almanak olarak bir sunum yaptı.
    Kim yazıyorsa bunları, ona Moda’da bir daire, Adalar’da bir üçgen, alnına bir öpücük.
        Ben Beylerbeyi’nde oturuyorum, kardeşim Çapa’da, üniversitesinin dibinde, annemle babam da neredeyse Sofya belediyesi içinde. Fuara gitmekten başka bir işe yaramıyor. O da takdir edersiniz ki eşeyli üreyen mantarlar ya da tekstil fuarı sapığı değilsiniz, senede bir kere! Tuna’ya diyorum ki, “senin Sofya’dan fuara gelmen daha kolay azizim”. (Kız arkadaşı vesilesiyle yarı-zamanlı Bulgar sayılırdı). Gerçekten de dediği gibi üzere insan şehirden fuara giderken beraberindekiyle arkadaşlık, dostluk hatta akrabalık ilişkisi geliştiriyor. Buradan fuara 2.5 saatte imza günüme gelen tüm dostlarıma ve kuzenlerime sınırsız sevgi yolluyorum.
      Hayatı son iki haftadır erozyon tadında yaşıyorum. Bugün evin yolunu buldum. Çok da kolay bir yerdeymiş oysaki, krokisiz buluverdim. Daha doğrusu arkadaşlar akşam bırakıyorlar, evin yolunu sağolsunlar benden daha iyi biliyorlar.
      Aynı gün gelen telefonun diğer ucundaki sesler:
 -Özlem, ne zaman sana geliyoruz ya? Hayal oldu bizim yemek ama!
-Özlem, son günlerde çok yoruldun. Seni güzel bir yere yemeğe götüreyim.
     Yukarıda görülen önermelerden hangisi hangi millete aittir bilebildiniz mi kızlar? Bildiniz, birincisi yurdum erkeğinin sesi. İkincisini de bilmekte zorlanmazsınız pek de hani. İtalyan tabii güzelim. Biz neden böyle bir milletiz yavroom ya. Bize ne yediriyorlarsa, bana ondan vermeyin plizzz ya!
     Evde yemek daveti verdiğinde yemeğe gelen her kadın için bir çiçek alıp masada oturacağı yere koyan erkeğe İtalyan denir bütün sözlüklerde. Sizden önce sizi düşünene de. Bir koli içmiş olduğu halde sizi evinize kadar bırakana da İtalyan denir. (Kaza yaparsa o zaman ona Türk denir, ya da Tanzanyalı J ) Zerre kadar aşağılık kompleksi olmayan bir millet daha görmedim hayatta ben. İspanyolum bile bazen eziktir, ama İtalyan kendinden her daim emindir ve bu eminliğiyle sizi tahtına çıkarmaya hazırdır her zaman. Arkadaş, sevgili, kan kardeş, koca ve baba olarak.  Severim İtalyanları. Her eve lazımdırlar. (Sebastiannn, işi hemen Roberto’ya bırak. II. tanzimatını da “Don Camillo Moskova’da” kitabı arasından al. Efendiye karşı gelme Sebastiannn… Tamam, şimdilik Sırp dinarıyla idare et. Ben sana tiril tiril Yunan Drahmileri vericem komşular kendilerine dönünce.)
       Leman dergisinin çıkardığı Bayan Yanı için 8 Mart yazısı istediler gençler.  Geçen sene “Türk erkeği için vize şartları” başlıklı pek şenlikli bir yazı yazmış ama topuğumdan vurulmayı başaramamıştım. Bu seneyeymiş kısmet.
       Bu Rioja Bordón’un içimi de pek hoşmuş. Ooo, şişenin dibi mi o? Olm Sebastian, ben niye hep şişenin boş tarafını görüyom? Pesimist miyim olm ben? Yoksa datlu datlu sarhoş mu?
     Dün trafikte yakışıklı bir araba gördüm. İlk bakışta aşktı bizimkisi. Almaya gitçem onu. Evimin efendisi yapıcam. Honda CR-Z. Honda’nın verimli pirinç tarlası demek olduğunu biliyor muydunuz? Allahım, ben de bu Japonca ne zaman işime yarayacak gari diye karalar bağlıyordum. Bak, dört yıllık çile boşuna gitmedi.
        Leyla ve Mecnun’un reklamından tatlı bir replik: “Kesin ölüm sebebini söylyemem, çünkü kendisi otopsiye cevap vermiyor!”.
    Haftanın gafı. Telefonda:
-Aloo.. Setteyim. Sonra arayacağım. (Sessiz)
-Tamam. (Sessiz)
     Son replik tabii ki de benim.
     Her şeyi unutuyorum. Delirmek üzereyim. Bir tek yemek yediğimi unutmuyorum, kör olası Şeytan! Geçen gün bir arkadaşım hep fosilcanlara âşık olmam sebebiyle bana “bastonunun götürdüğü yere git” demişti, kimdi hatırlamıyorum. Ama çok güldük anacım. (Kimse bir hatırlatabilir mi aciba?) Hâlâ yanlış sınıfa gidiyorum. Geçen gün Maksat’ın matematik dersine girdim, ohh, sınıf ağzına kadar dolu. (Benimkilerde ilk haftalar korkudan bir boşluk oluyor. Ama Ahmet Mümtaz’a söz verdim, bu dönem arkamdan gelenlere “kendine bir içki al” demiyorum. Eski öğrencilerim şokta! ) “Substitute için mi geldin?” deyince, sınıf panik oldu tabii. Öğrencilerin korkulu rüyasıyım ben. (Ben?? İnanabiliyor musunuz buna? Nı haaaa!) Şifrelerimi unutuyorum, neyse ki onları son 4 yıldır tek hatırlayan Serkan the-ex, Allah ondan razı olsun. Buradan selam çakayım. Eski sevgili gibi yar olmaz.
       History of Food dersim başladı. Sınıfa girdiğimde arka sıralardan ilk duyduğum “olm, ben omlet bile yapamıyorum” cümlesi olunca. “Evladım, bu Yemek Tarifi değil Yemek Tarihi dersi” demek zorunda kaldım. Zavallı çocuklar sonra yıl boyunca etimolojik yağmura hedef olup çilekeş oluyor. Yokkk kızzzz, önce korkan çocuklar sonraki dönemlerde hep geliyorlar dersime. Stockholm Sendromu olduğunu düşünmek istemiyorum. Seviyorlar kız beniii, ben de onları çok seviyorum… Renklidir benim derslerim, zordur ama çileye değer J Hochkulturcanlar yetişir sıralarımdan.
        Sebastiannn, bak bakayım rüyada rahmetli anneanneyi rüyada Amr Diab’la birlikte minibüse bindirip konsere götürmek neye delaletmiş. Terbiyesizzz! Tabii ki kıçımın açık kaldığına değil. A dostlar, bunca yıldır taparım adama ilk defa rüyamda görüyorum. 21 yaşındayken Bayan Hayatbirrüyadır’ın Yeldeğirmenleri’ni yazarken Viyana’da Freud Müzesi’ne gitmiş, oradan On Dreams’i almış ve rüyalarımı “dissect” etmeyi öğrenmiştim. O zamandan beri rüyamda kimi/neyi neden gördüğümü bilirim. Yatmadan önce eski Rock dolu zamanları düşünmüş, otobüs ve minibüs dolusu müzisyenle şehir şehir gezdiğimiz günleri hatırlamıştım. Amr Diab’ı ise neden gördüğümü şöyle çözdüm. Son zamanlarda olanın aksine, bu sefer ben hayal ettiğim birisini gidip alıp geleceğim diyorum kızlara. Bu tabii ki Amr Diab değil. (Ortadoğu ve Balkanlar’ın olmayabilir, belki sadece Balkanların olur, ne biliyorsunuz!) Ben elimi korkak alıştırmayayım, değil mi Sebo? Nası diyolar siz Sırpçaaa?
      Sebastiannn, kendine bir içki al! Nı ha haaa…