Ohh, eğleniyor muyuz anam? Bir de bana
sorun. Kösem’in biyografisini yazarken
oturduğum yerde 50 yıl yaşlandım. Kan,
revan, ihanet, Bizans oyunları ile dolu yarım asrın tarihi. Naima’nın tatlı bir
küfrüne de pek güldüm bu arada: “Karpuz kiyafetli pezevenk”. Hırvat
kaynaklarından çıkan Deli Mustafa’nın aktivitelerine de bayılacaksınız. Halk içinde burnunu karıştırmaktan, kılıçla
milletin elbiselerine daireler çizmeye kadar tatlı kaçık bir hali varmış
atamızın. Pek renkli bir kitap geliyor anlayacağınız.
Bu sene festa della repubblica’mız bol
atraksiyonlu geçti. İtalyan konsolosluğunun devasa bahçesinde bu sene
mozzarella yapımı bile vardı. Hande’nin çok işi olduğu içi ben Maurizio ile
gezdim. Herkese de “kumam” diye tanıştırdı. Bu şenlikli anlardan birinde eski
bir İtalyan sevgilimi gördüm. (Eski derken, daha 2 yıl bile geçmedi üzerinden)
Tam bizimkilerle tanıştıracağım, delikanlının adını hatırlayamadım! Resmen
unutmuşum. 1-2 saat sonra hatırladım nihayet. Meral’e durumu anlattım. “A,
Bruno’yu mu? Bana sorsaydın ben söylerdim”, dedi. Ben neden bu kadar mutluyum sanıyorsunuz?
Eskiyenleri kafamdan anında sildiğim için.
Emine (Çaykara) ile Halil İnalcık Hoca’mızın
yanındaydık. Bize evinin yanındaki
apartmanda lojman ayırdı, gece gündüz yanı başında olmanın tadını çıkardık. Üç
koca gün! Onun yediği yemekleri ben yedim, akşamına midem iflas etti. 41 değil
1001 kere maşallah! Hepimizden sağlıklı, hepimizden neşeli. Yedik, içtik,
kahkahalarla güldük. Bizi 98 yıllık bir hayatın en gizli yerlerinde dolaştırdı,
kahkahalara boğdu. Hoca Çin yemeğini çok seviyor. Bize ziyafetler çekti. Artık
evden çıkamıyor. Geçen senelerde Çin lokantasına götürdüğü günlerden birinde
yemek sonrasında kızarmış minik yufkacıklar içine kâğıttan niyet koymuşlardı.
Biz hoca ile garsonu duyduk, Emine kuşum duymamış. Kâğıdıyla birlikte niyetini
de yemiş. Yemek söylerken onu da hatırlayıp kahkahayla gülen hocayı Emine en
lezizinden kaydetti.
Halil Hoca hep söyler. “Tagore’un aşk tanımı
her şeyi özetler: Kaçarsan, kovalanırsın, aşk olur.” Mesela bu bana göre değil.
Bence hayat kaçıp kovalamakla uğraşamayacak kadar kısa. Hocanın bu sefer bize
yaptığı aşk özetine ise itirazım yok: “Aşk,
bütün kâinatı canlı tutan prensip”. Bu kadar da net!
Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili Edebiyatı
mezunları Kennedy Lodge’de çatlak hocamız Oya Başak için toplandı. Malum bizim
bölüm safi kızdı. Bir gün işletme bölümünden bir delikanlı bizim bölüme geçince
şaşırıp sorduk “ne iş?” diye. “Sizin bölümde çok güzel kızlar var, bizimkisi
çok sıkıcı” dedi. Türk erkeklerinin akademi anlayışını o gün anlamış olduk,
takdir ettik. Oya Hoca dersten ziyade anılarını anlatarak bize eğlenceli hayat
dersleri verirdi. Ben o zamanlar kızardım bir lokum öğretmiyor diye. Yıllar
geçtikten sonra bir baktım ki aklımda sadece onun anlattığı fıkralar kalmış.
Murat (Ertel) de bizden mezun olan nadir erkek popülasyonundan. O da gelmiş.
Pek sevinip eski günlerde dolaşıp güldük. Onun hatıralarından biri pek
şenlendirdi bizi. Oya Başak bir gün Madam Bovary’nin film afişini görüp
heyecanla sınıfa “Çok güzel film geldi, mutlaka gidin” diyerek ateşli bir
reklam yapmış. Ertesi gün kahkaha koması içinde “Ayy, porno filmmiş o!” diyerek durumu düzeltmiş. Sevgili okur hatırlar, “Erkekte 2 M olması
gerekir: Mizah ve merhamet” diyen Oya Hoca’dır.
Murat’la 15 yıl önce planlayıp bir türlü yazamadığım
kitaba yeniden el attık. Zen oldu Baba Zula. Ben de ölmeden önce artık
başlayalım şu işe dedim. Bana yeni çıkan plaklarını imzaladı: 34 Oto Sanayi. (Plak
özleyenler kaçırmasın). Kapağında da kırmızı bir Ford Futura! 17 milyonluk
İstanbul’da beni bulan şeylerden biri. 20 yıl önceye gittim arabaya binip:
Boğaziçi çıkışı otobüsün gelmediği ve otostop çektiğimiz bir gün. Bir İrlandalı
arkadaşın deyimiyle ‘50lerin radyolarına benzeyen” kırmızı bir araba duruyor.
Biniyorum. Zaman makinasına binmek gibi bir şey. Woody Allen’ın “Kugelmass
Episode” hikâyesindeki kutu sanki! İçeride plaktan kasede çekilmiş bir Erkin
Koray albümü çalıyor. Ben de pek hayranları olduğum Zen’in beyni Murat Ertel’i
direksiyonda görününce pek sevinip konuşa konuşa geliyorum. Yıllar sonra da o
arabayı albümün kapağında görünce pek tatlı oluyor tabii! Velhasıl başladık çalışmaya.
Baba Zula’nın stüdyosu tahmininiz üzere bir müze tadında. İstanbul’da gördüğüm
en ruhuma hitap eden mekân desem abartmam. Çok çılgın hayat hikâyeleri ile
başlıyoruz. Bizle kalın derim.
Başıma
çılgın işler gelmeye devam ediyor. Çılgın bir başkonsolos amca beni yemeğe
davet etti. Tam 7 saat sohbet etmişiz. Birkaç gün sonra yeniden buluştuk.
Dünyanın en korkunç mekânı olan Şamdan’da buluşmamızın sebebi de ihtiyarın
evine yakın olması. Neyse, biz yine amcayla saatlerce konuşmuşuz. Mekân bomboş.
Saatler geçmiş. Gecenin 12’sinde kapıdan içeri heybetli bir figür giriyor.
İlber Hoca! Hayko ile canlı yayından çıkıp bir şeyler içmeye gelmişler. Gecenin
o saatinde, o korkunç mekânda o amcayla orada ne aradığımı anlatmaya çalışmadım
tabii. Hayko başkonsolos amcaya soruyor, “şu meseleyle ilgileniyor musunuz?” Amcadan
cevap “Ben sadece senyorita ile ilgileniyorum”. İlber Hoca da gülümsüyor bıyık altından. Hah,
şimdi bakalım bu hikâye dönüp dolaşıp bana nasıl gelecek. Ancak beni bulan
tesadüfler zincirine şişko bir halka.
Serdar yine albüm yapmış. Şarkı sözleri yine
dokunmadan gülmekten öldürenler listesinde yerini aldı. Şarkılar zaten aynı.
Serdar’ın savunmasını pek beğendik: “Ne yapalım, toplam 8 nota var”. Sizin için
seçtiğim nadide sözlerden biri: “Dışında iri kıyım, içinde kibar uyum, nedense
beni buluyor/Peşinde adım adım, dolaştım bulamadım, güzellik neye yarıyor”.
Sanatçı burada ne demek istemiş, çözülemedi. Şuna ne dersiniz? “Aramızda bir
sürü düşman var, nankör var ve bakan kör var”. Anlamı boş verin, zengin
kafiyenin tadını çıkarın. Yine de favorim şu mısralar: “Beni çok kısa zannediyorlar,
yerin altında bir o kadarım.” Neyse, tüyoyu aldım. Soran olursa boyum 3.20 J
Başlık Örsan’ın bindiği bir taksinin ateist
şoföründen. Dünya tatlı tatlı değişiyor tabii. Adam, “Karımla kavga ettim, ama
takmıyorum. Ben olaya makro bakıyorum, abi” demiş. Bu kafadan ben de istiyorum.
Örsan’ın her yıl Asos’ta düzenlediği felsefe günlerinin bu seneki konusu “ataraksia”:
dinginlik. O meşhur sakinleştirici Atarax da buradan geliyor. 3 gün boyunca
felsefe şöleni, müzik, Antikite’ye dönüş, şarap, yıldız izleme seansları…
Baştan çıkarıcı bir şölen. Bence siz de kaçırmayın. Bende bu enerji varken ben o
ataraksia şölenini gidip dağıtmaz mıyım? Dinginlik mi? O da ne!
Gecenin
ilerleyen saatlerinde etimolojiye girip Övgü’yü dokunmadan öldürdük. Pandora:
Pan-dora. “Bütün hediyeler/hüner” demek Yunanca. Pondora doğduğunda tüm
tanrılar ona bir hüner bahşederler. “Tanrı vergisi” buradan geliyor. Tanrıların bahşettiği hünerler.
Pandora’da hepsi toplanır. Gerçekten de insan
Yunanca öğrenince dış dünyayı çözüyor. Kelimelerin içinde hayat gizli. Bu arada
da “My Big Fat Greek” filmini anmadan edemedik tabii. Amerika’da yaşayan bir
Yunan ailenin Yunan kültürüne ve diline hastalıklı şekilde sahip çıkan babası,
kızlarına hayatta her şeyin Yunancadan geldiği anlatır. Araknofobia örneği ile
girer. (Örümcek korkusu. Ata Demirer de buradan almıştır kesin). Arabada
giderlerken kız pislik olsun diye “Kimono”yu sorar. Malumunuz, bal gibi bir
Japonca kelimedir. Amca bir taraftan
sürer, bir taraftan da enfes Yunan İngilizcesi ile hayatta hiç unutamayacağım o
repliği sunar: “Kimono “kış” demek olan Ximonas’tan
gelir. Kışın ısınmak için kimono giyersin. There you go!” Muhteşem bir film.
Üşenmeyip leziz repliklerinden bir demek sunmuşlar size. Yunan ruhun anlatan şu
vecizeleri paylaşmazsam olmaz.
“Maria Portokalos: Toula, on my wedding
night, my mother, she said to me, "Greek women, we may be lambs in the
kitchen, but we are tigers in the bedroom."
Toula Portokalos: Eww. Please let that
be the end of your speech.”
“Gus Portokalos: There are two kinds of
people - Greeks, and everyone else who wish they was Greek.”
“Toula Portokalos: There are three
things that every Greek woman must do in life: marry Greek boys, make Greek
babies, and feed everyone.”
“Maria Portokalos: Ian, are you hungry?
Ian Miller: Uh no, I already ate.
Maria Portokalos: Okay, I make you
something”
Halil Hoca beni Claudette Colbert’e
benzetiyor. Oysa ben şu an kafamda mandallarla Tarlabaşı’nda, ya da daha iyi
bir ihtimalle Napoli’nin tepesindeki Montesacro’daki
evler arasında asılı bir ip üzerindeki kazağa benziyorum. Yine Serdar’dan derin
anlamlı bir vecize ile kapatıyoruz programımızı: “Beni böyle tanıma, arada gel yanıma”.