Anlatmışımdır size, Napoli’de ilk metro
çalışması başladığında Napoli’ye pek yakışacak bir şey olmuş. Adamlar aylardır
kazıp yerin altını üstünü getirmişler. Sonra para bitince bütün çıkardıkları
toprağı geri doldurmuşlar. Oh, tam Napoli işi. Hastasıyım bu şehrin.
Teknolojiyle aram hiç iyi olamadan
öleceğim. En baba şeyleri alıp kullanamıyorum. Sonra aletler bağımsızlıklarını
ilan edip kendi modlarını kendileri uygulamaya başlıyorlar. Hem de korkarım ,ben
elimi bile değdirmeden. Telefon otomatik düzeltmeye almış kendisini. Türkçe
düzeltiyor aklı sıra. “Bebek” yazdım, hooop otomatikman “Benedict” yaptı
yollarken. Benim mesaj şöyle gitti: “Benedict, mesaj atmışsın görmemişim”. Benedict ne la? Havan kime güzelim? Cem
Yılmaz’ın gece yanlış yere uçan sms misali. Neyse ki son 20 yıldır tüm rezilliklerimin
şeceresini çıkaran Hande’ye gitti de fazla bir açıklama gerekmedi. "Sen Türkçe
bi programsın bebek, neyin kafasıyla
Benedict yazıyorsun”, diyemedim. Sanırım program kendisini bana uydurmaya
çalışmış.
Rejime başladım yine. Antonis’e yazıyorum.
“Keşke”li bir cümle kurdum. (Makari na), hoop, benim program otomatikman
makaronia (makarna) yaptı, yolladı. Tam durumu anlatacaktım bu sefer öyle bi
hale geldi ki cümle keşke’li, makarna’lı gitti. Açım ya, sanırım yukardan
dalağa geçiyorlar şu an. Allahım sen beni sınıyor musun bebeğim yaw?
Kardeşim
mutfağı topladı. Elinde 4 tane ceviz kıracağı ile gelmiş. Evde zaten toplam dört kişiyiz.
“Abla, biz ne cevizler kırıyoruz Allah aşkına?” dedi. Baktım, hepimize bir tane
düşüyor. Sonra iki de kestane çizme aleti çıkardı. (İşte bu konuda yorum
yapmayacağım). Senin değilse, benim
değilse, kimin bunlar. AKP’ye ben oy vermediysem, sen de vermediysen kim verdi
la, tadında. Onu bunu bırak da, biz ne cevizler kırıyoruz Allasen?
Son 30 günde 16.000 km yol yapmışım. Anlatırım
bir boş vaktimde. En son hafta sonu Atina’ya gittim. Biraz kafamızı dinleyelim
dedik, deniz kenarında şöyle her şeyden kaçmalı, balıklı, karidesli, kalamarlı, reçinalı… Otelin
adından şüpheleneydik iyiydi: Prive. Ne bileyim anacım, Yunan’da prive denince
barlar kapanınca bar sahiplerinin yakın arkadaşlarına yaptıkları özel eğlence
geliyor akla. Rodos’da yıllar önce bir priveye katılmıştım. Kapılar kapandı,
müzisyenler çıktı, masalarda göbek attık cümleten. Yok böyle leziz bir şey.
Neyse, velhasıl prive deyince kötü bişi gelmedi aklıma. Anacım, bir girdik
odaya, tavanlar ful ayna. Aynanın kenarları rengârenk ışıklandırılmış: mavi,
sarı, yeşil, kırmızı. Kenarları bir kat
kristal saçaklı. Neyse ki sıra sıra yanan renkli ışıkların nereden kapandığını keşfettik.
Olm, gülmekten uyuyamadık. Harika bir otel kılığında, ama bildiğin puticlub
tadında. Banyoya girince kahkaha zirve yaptı çaresiz. Küvetin arkası boydan
boya Botticelli’nin “Venüs’ün Doğuşu”. Gülsem mi ağlasam mı bilemedim. Gülmeyi
seçtim. Uyandıkça gülme krizi. Ama daa komik olan ertesi gün odaya alışmış
olmamızdı. İnsan nelere alışıyor. Ferhan Şensoy’un Oteller Kitabı vardır, ne tatlı şeydir o. Sanırım benim de ondan
yazma yaşım geldi de geçiyor bile.
70 yaşındaki annemle babam 15 km’lik
raftinge gitmişler. Gece gündüz Halk/Ulusal izlemekten asfalyalar atınca doğal
sonuç bu. Onu bunu bırak, babamda deniz korkusu var. Deniz üzerinde gittiği en
uzun mesafe Üsküdar-Beşiktaş. Onu da
geçerken 1 yaş yaşlanıyor adamcağız korkudan. “Özlem, biz raftinge gittik.
Seneye beraber gidelim. Pek güzelmiş”, deyince hükümet hatta araya girip kafa kola
alıyor sandım. Annem bir deniz kızı, babam da deniz kıyısında kocasını bekleyen
Portekizli balıkçı karısı tadında geçirirler yazı. Annem ufukta görünmeyen bir
nokta olana kadar ilerleyip saatlerce gelmez. Babam da bir sağa bir sola koşturup sahil boyunca telaşla“Özlem, anneni gördün mü” diyerek gün geçirir. Bunun üzerine rafting diyorum.
Cümleten delirdik bence.
Ankara’daydık. Halil İnalcık Hoca’nın 100.
yaş günü yemeğine katıldık. Bir gün öncesinde de sevgili Emine’yle (Çaykara) hocayı evinde ziyaret ettik yedik, içtik
güldük. Onunla balkonda geçirdiğimiz saatlerin ruhumda bambaşka bir tadı oluyor.
Hoca bize en güzel yolculuk anılarını anlattı. Rüya gibiydi. Hoca verdiği röportajda
uzun yaşamının sırrının aşk olduğunu söyledi. İşte bilgelik budur. Yüzlerce
makale, yüzlerce sempozyum, onlarca kitap… Hayatın en güzel özeti: Aşk. Uzun
zamandır daha güzel bir şey duymamıştım. Bir koşu âşık olup geliyorum J
Bayandan
temiz, kelepir kardeş var. Az kullanılmış. Bir isteyen bulursam üzerini ben
tamamlamaya razıyım. Alın şu manyağı başımdan. Tatlı tatlı Pazar kahvaltısı yapıyoruz.
“Abla, sen gittikçe Mickey Mouse’a benziyorsun ya? Hani böyle yanaklar, kulaklar
falan”, demez mi? Üç vakte kadar katil olacağım galiba. Alın şu çocuğu elimden.
Geçen günde evdeki varlığıma şöyle bir respons verdi: “Abla, senin gibi bir
şeyi evde beslediğimize inanamıyorum. Ruhsatımız yok diye kesin içeri alacaklar
bizi.” Hande de en az onun kadar
sevecen: “Annen senden kurtulmak için sana Beylerbeyi’nde ev verdi”. Evet, eve
uğramıyorum, çünkü evden şu an Napoli-Salerno hattı geçiyiiii … Komşular metro
hattımı da yıkmadılarsa tabi!
Kaç yıl oldu? Serdar Ortaç “kalbim zavallı bir
kar tanesi, diyeli 13 yıl olmuş ya! Zaman nasıl geçiyor…