Romen kokusu nedir bilir misiniz? Öyle
pek tavsiye edilesi bir şey değildir. Açıkla desen tarifi yok. Ama ince
burunlar iyi bilir o kokuyu. Hande, Maurizio ve ben Bükreş’e indik,
kiraladığımız arabaya bindik ve Hande’ye birbirimize bakıp aynı anda aynı şeyi
söyledik: “Romen kokusu!” Maurizio anlamadı, kokuyu da almadı. “Sanrılar
delirmiş olmalı” demekle yetinmiştir içinden. (Hey gidi Hakan Gencol). Neyse, o
koku her arabaya binişimizde burnumuzun derinlerine işledi. Ben kokuyu 1990’dan
biliyorum. (Tarih kitaplarına geçme yaşım gelmiş de geçiyor bile.) Teeee o
zaman Bükreş’te geçirdiğim koskoca on gün yer gök böyle kokuyordu. O hiçbir
şeyle ayırt edilemez Romen kokusu. Ama Hande nereden biliyordu? Olay yine tam
kitaplık bir manzaraydı. Mete Amca bir gün eve Romenlerden aldığı enfes bir yün
battaniyeyle gelmiş. Yepyeni, sıfır bir battaniye olmasına rağmen Necla Teyze
“Romen kokuyor bu!” diye almamış eve. Sonunda yapılan uzun soluklu dezenfekte
operasyonu ile koku çıkmış. Vedat Ozan’ın Koku Kitabı’nı okuyorum, acımasızca
sürüklüyor kitap. Mutlaka okuyun.
Dedim ya, en son 25 yıl önce gelmiştim
Romanya’ya. Çavuşesku’nun hakkın rahmetine gönderildiği bir Romanya’nın
göbeğine düşmüştüm. (Bütün diktatörler için aynı güzel sonu diliyorum). Şehir
tam grinin 50 tonuydu. Kurşun delikleri, karanlık bir gökyüzü, minik pencereli
çirkin Doğu Bloku toplu konutları, içinde sadece 2 (yazı ile iki) çeşit yiyecek
bulunan pastanemsileri, mutsuz yüzleri, merdivenlerle inilen yeraltındaki ruhlu
restoranları, şehrin dört bir yanındaki çigan müzisyenler… Yerin göğün kaz
olduğu bir ülke! 10 gün boyunca sadece leş gibi kokan kaz eti ve içine arılar
düştükten sonra şişelenmiş sarı gazozla beslenmiştik. Dağlara çıkıp ahşap
restoranlarda etler yemiştik. Ormanlarda dolaşmıştık. Ağaçların arasında saklı
şapellerde enfes ikonalar ve freskler seyretmiştik. Artık ülkede ne kaz kalmış,
ne ruh. O grinin bile tatlı bir tadı varmış meğer. Hey gidi Romanya hey! Leş
gibi kapitalizmin göbeği olmuş. Fahiş fiyatlar, iğrenç mağaza zincirleri, pis
reklamlar… Bize ayrılan bir Romanya’nın da burada sonuna gelivermişiz
apansızın. “Romanya’da çingene kalmamış, Maurizio” deyince. “Tabii”, dedi, “hepsi İtalya’da o yüzden”. Net bir
şekilde haklı.
Bükreş’te tüm panolar boya reklamlarıyla
dolu ama duvarlar bu reklamların pek bir işe yaramadığına delalet ediyor. Onyıllardır
boyanmamış Doğu Bloku evleri. Depresyon jeneratörü. Adamlar mini cam
sendromundan kurtulamamışlar. İspanya’nın Franco dönemi toplu konutları,
Yugoslavya ve Dolu Bloku evleri gibi çabuk ısınsın diye yapılan bit kadar
pencereli karanlık evleri gibi Romanya’da bu sendrom devam ediyor. Beyaz, Antik
sütunlarla süslü saray gibi bir ev gördük, camlarını görmekte zorlandık. Blok
yıkıldı, ama mentalite yerinde duruyor. Ayrıca
yer gök çiçekçi dolu. Her köşe başında bir çiçek kulübesi. Sanırım bu soğuk
insanların derinde bir yerde saklı bir kalbi var. Nitekim günlerce dolaşmamıza
rağmen topu topu 1 (yazı ile bir) delikanlının sevgilisine bir tek gül aldığına
şahit olduk.
Transilvanya’yı adım adım gezdik. Hayallerimin
kenti Braşov’a da gittik. Bir şehir bu kadar güzel olmamalı bence. Sonra da
şatolar turu! Ruhumu teslim edesim
geldi. Ülkede ne güzel yenip içiliyor anacımmm… Hele hele içmelere
doyamadık. Kitaplar ise ateş pahası idi.
Ayıp la, siz eski Doğu Bloku ülkesisiniz, silkinin kendinize gelin. Dünya
çapında gördüğüm en pahalı kitaplar Romanya’daydı. Kapitalizme çok hızlı
geçmişler Çekler gibi bunlar da.
Turist akını olan tek yer Vlad Tepeş’in (Drakula) şatosuydu. Sanırım
Romanya’da gördüğüm en ruhsuz yerdi. Vığıl vığıl turistin içinde kımıldayacak
yer yoktu.
Derin Transilvanya’da uçarak giderken
yolda bir panayır görüp daldık içeri. Tam bir Tony Gatlif filmi karesinin içine
düştük. Uçsuz bucaksız sapsarı otlar, korku filmi karesi gibi bir gökyüzü,
ortada devasa bir sahne, üzerinde Çigan müzisyenler… Izgarada pişen sayısız çeşit et, sosis,
domuzun bildiğimiz ve bilmediğimiz yerleri, koca plastik bardaklarla bira,
tahta masalar, renk renk tezgâhlar. Bir köşede mămăligă yapan amcalar (mısır lapası içinde teleme peyniri, sonra
da hooopp ızgara) … Maurizio et kokularıyla sarhoş olup sosislere daldı, biz de
biraya yumulduk… Film tadında bir neşe. Derken şapka satan, üzerine posttan
çoban abası giymiş yeşil gözlü bir yakışıklımsı gelip fotoğraf karemize girdi.
Sonra da elimden çekiştirdi. İşte o anda Hande ona -zavallının Türkçe
anlamamasından faydalanarak- : “Al götür, ama uyarmadı deme. Bira içer, çişi
gelir, yaptırırsın. Bu aralar biraz aksi, ilk iki gün idare edersen alışırsın.
Bak biz 20 yılda ancak alıştık,” dedi. (En son arkadaşı Giovanni’yle çıkarken
“Uyarıyorum seni Giovanni, bu kız seni alır, karanlıklara iter. Sonra
kurtarmam”, demişti. İşin acı tarafı her seferinde onun haklı çıkması.)
Velhasıl manastırlar, kiliseler, şatolar,
ahşap konaklar, yemyeşil ormanlar, nehirler, hala kıpkırmızı çatıları olan rengârenk
köy evleri ile Transilvanya tam da tahmin ettiğim gibi aklımı başımdan aldı. Transilvanya…
Trans-silva.. “ormanın ötesi”… İzlerken
karnımıza ağrılar giren, bazı sahneleri durdurup defalarca izleyerek kahkaha
komasına girdiğimiz East of Bucarest’i hatırladım. Demirhan sağ olsun. Haaa,
Transilvanya filmini de izlemeden ölmeyin. Birol Ünelseverler için bir cennet.
Dönüşte havaalanında Hande “Polis kendini
Kahramanmaraş dondurmacısı sanıyor galiba” deyince ben de bir baktım ki, oooo
yanmış poliste devreler. Beyaz eldivenleri geçirmiş eline, pasaportu her
seferinde kulübenin farklı bir tarafından –ama hiçbir zaman vermesi gerektiği
ön taraftan değil- veriyor. Neyle
besliyorsunuz arkadaşlar bu polisleri? Polis olmak için ne gerektiğini her
geçen gün daha çok anlıyorum bu ülkede. Bize de yazık, di mi canım?!
Vağarşak Hazretleri ile nargileciye
gittik. Pek özlemişiz. Oturduğumuz yerde bilgilendik yine. Kutsal Perşembe günü
mercimekten yapılan yemeğin adına bayıldık: Meryem’in Gözyaşları. Mercimek
mercimek olalı bu kadar romantik ve uhrevi bir isim görmemiştir. (Düşünsene, mercimek köftesi olma ihtimalin
daha yüksek hayatta. )Vağarşak Hazretleri tam bir roman kahramanı olmak için
yaratılmış. Tek kişilik terapi merkezi. Tek seansta eskisinden iyi oluyorsun.
Biraz küçük olsam “beni evlat edinin” diyeceğim. (Ama düşünün ki 25 yıl önce
Romanya’ya gitmişim. Bildiğin Neolitik’im) Neyse, Hazret Marmaris’te bir mavi
yolculuk bürosuna girmiş. Adı: Jesus Office. “Hayrola, nedir bu isim?” deyince
çocuğun verdiği cevap “İsa aramızda” olmuş. Onu bilmem, ama Vağarşak
Hazretleri’nin cevabı tarihe geçmiş: “Biz 2000 yıldır bekliyoruz, göremedik de!”.
Tahammülsüzlükte bir dünya markasıyım.
Üniversitenin sokağında ofisimin penceresinden içeri 24 saat soğan kokusu
gönderen kafeyi dağıtmanın arifesindeyim. Protesto edip ofise gitmiyorum.
Arabesk, leş gibi kokular, küfürler... Genel sekreterimiz durumu bildiği için dün
telefonda “gözlemeci üst kattaki deli hocanın gitmesi için imza toplamaya
başlamış” deyip kahkahayı basınca anladım ki tatlı tatlı yaşlanıyorum. Yakında
Kifidis’ten ayakkabı bile alır, o ayakkabılarla sıkıcı ihtiyarların katıldığı Avrupa
turlarına katılırım.
Hande Romanya’ya dergi kolisi getirmiş.
Sabahları balkonumuzda Transilvanya’nın dağlarına karşı okuyarak bol bol
güldük. Erkeklerin dayak yeme fobisi üzerine yazan Barış Uygur’a koptuk. Her
erkeğin en büyük fobisinin kısa saçlı parlak eşofmanlı bir Sırp delikanlısından
dayak yemek olduğunu okuduğumuzda kahvemizi püskürttük resmen. Sizin fobiniz olabilir gençler, ama bizim de
olsa hobimiz olur o yakışıklılar. Yugoslavya’nın efsanevi basketbol oyuncusu
Simonović Belgrad’da buluştuğumuzda beni çok sevmiş ve film yapımcısı oğluyla
evlendirmeye kalkmıştı. (Benim evlilik baskısı da 25 yaşımda evde başlayıp
40’ım da Avrupa’nın bilumum şehirlerine şiddetle yayıldı). Mehmet çocuğun
baterist olduğunu da söyleyince benim “state”: “Vur o kafayı taşlara”. Aloo, Simonović
mi? Kabul ediyorum, yoksa zaten burada kafama lahmacun küreğiyle vurup saçma biriyle
evlendirecekler. Bari kısa saçlı, parlak eşofmanlı, atletik, yakışıklı bir
Sırba varayım da gözlemeciler beni dövmeden önce birkaç kere düşünsünler. Başar
öğle yemeğinde her durumda sadece üç saniye tereddüt edip süper hızlı kararlar
verdiğimi ahaliye anlatırken de konuyu buna bağladı. “Evlilik teklif edip sen
tereddüt ederken kafana duvak geçirmedikleri sürece evlenmeyeceksin. Yanında duvak
taşımayan biri için zor zanaat”. En büyük korkum son 15 yıldır her yerde, yer
zaman çektiğim bu baskı bile evlilikten beter bence. #DirenÖzgürlük (Muhalefete sesleniyorum. AKP
gibi eş vaadinde bulunacaksanız, banalliği aşıp genç kızlarımızı parlak
eşofmanlı Sırp gençleriyle evlendirme vaadinde bulunun, bu Pazar sandıklar
dolar taşar. Söylemedi demeyin.)
Kadıköy
kendini aşmaya devam ediyor. Beatles nam yeni bir mekânın açılışında Atlas
çalınca kaçırmadık tabii. Böylece ilk tanıtım konserlerinden itibaren tam
tamına 7 Atlas konserinde en önde zıplamışlığım oldu. Konser öncesi biralama
seansında konu yine bizim ihtiyarlık hallerine geldi. Cem Yılmaz’ın “teyze
bilir” tadındaydık hepimiz. (Geçen yıl Kesmeşeker konserinde Cenk’in 1992
çıkışlı albümlerinden parça çalarken ve önde veletler dans ederken parçayı
tanıtırken “Özlem bilir” demesi gibi. Unutmadım Cenk, yazdım kenara.) Tuna’nın
“Enver Paşa’dan hatırlarsınız” olarak özetlediği ahvalimiz bu olmuş meğer. Bu
hafta bir takipçim “teyzem ya da halam olsaydınız keşke” dedi. (Islak havlu
aradım). Biri “Özlem Kumrular istese hemen basarım nikâhı geyiği yapıyoruz da,
annemden 4 yaş küçük sadece” demiş, başmış gözyaşı ikonunu. Hah, yetişti ıslak
havlu. Gökhan’a dert yanıyordum, o da hallice değilmiş. Gruptan arkadaşı
“Gökhan Amca’lara gidip kedi sevelim” demiş. En acı darbe de konser çıkışı
toplandığımı Dorock XL’da tanımadığım bir tipin gelip dövmemi göstererek “Sene
olmuş 2015, sen hala tribal dövme!” demez mi! (Islak halı ne? Overlokçu!) Sene
olmuş 2015, hâlâ ben varım, ona şaşmıyor da! Düşünsene 25 yıl önce de varmışım,
Romanya’ya gitmişim. ( Noooluyor? Kim yaşlanıyor? Daha Rock konserlerinde
tepineceğim ben.) Haydi, yazarken
yaşlandım. Dağılın! Şov bitti!