Bildiğin bir nevi tinerci olduk. Evde ayağımızın altında tanımlanamayan ıslak bir nesne varsa artık telaşa kapılmıyoruz, biliyoruz ki o annemin mayın gibi döşediği çamaşır suyuna bulanmış bezlerden biri. Evde sürekli high geziyoruz, anacım. Banyo da bir nevi Darüssaadet (saadet kapısı) oldu. Hepimiz Michael Jackson gibi açıldık. Bembeyaz, pırıl pırıl dolaşıyoruz. Bütün süperlative’leri üzerimizde taşıyoruz adeta. Yalan Dünya’daki Rıza’nın annesinin çamaşır suyu iptilasına kapıldı annem zannımca. Temizlikten anladığı tozları az görünen yerlere sıvamaktan ibaret bir evlat için birkaç boy büyük bu anne. İsterseniz gelin, paylaşalım. Burası bana boy.
Arab Idol izlemekten ve dinlemekten Arap
olmuş olabilirim. Siz kaçıp kendinizi kurtarın, ben bozuldum. Yakında saç filan
ektirip Taksim’e çıkabilirim. Garantisi yok. Hatta Hüseyin Al-Cesmi gibi dizi
dizi, altlı üstlü bembeyaz dişler yaptırıp kendimi sahnelere atabilirim. Yakın bir gelecekte düzelmezsem o korkunç
pırıltılı kadife elbiselerden giyip Taksim’in ara sokaklarında nargile filan
içerim.
Yeni kitabın büyük kısmını bitirdim.
Nurbanu ve Safiye’nin toplu biyografisini yazıyorum. O biçim eğleniyorum. Tek
kişilik dev kadroyum. Bu hatunlarının mektuplarının peşinden Venedik’e
gideceğim Şubat başı. Devlet arşivine. Venedik kışın sıkıntıdan ölmek için
güzel bir yerdir. Geceleri bir hayalet şehre dönüşür. Daha ziyade büyük bir
geriatri koğuşuna. Başka bir deyişle “God’s waiting room” durumu. Sondan bir
önceki gidişimde Venedik’te yaşayan bir arkadaş bize Venedik’in diğer yüzünü
göstermişti. Köprüler ve bir mağaradaki zencinin kahvesinden daha da karanlık
sokaklardan geçip devasa bir kapıyı çalmıştık. Kapı Alice in Wonderland kıvamında
açılmış ve içeride film seti tadında bir partinin ortasına düşmüştük. Koca bir
Venedik sarayının genç sahipleri büyük ihtimalle kentte mevcut olan tüm
gençleri toplamış parti veriyordu. (Gündüz sokaktaki yaş ortalaması 236 olduğu
için bunların hangi tenhada saklandığını bilememiştik.) Üst katta hulahop
denemeleri vardı. Salon bitkisinden hallice olan iki Alman kadın umutsuzca
yeteneksizliklerini test ediyorlardı. Onlara bu işin nasıl yapılacağını
gösterirken yanlışlıkla gecenin yıldızı oluvermiş, bir sürü de alkış koparmıştım. (Tahmin
ettiğiniz gibi ahali gece içip eğlenirken, ben gecenin kalan kısmını
kalasgillerden hatunlara hulahop çevirmeyi öğrenerek geçirmiştim.)
Bir Noel geleneği olarak pandoro yedik. Elimden
geldiğince aksakallıya ufak tefek notlar iletmeye çalıştım. Seneye kendisine
kıl olduğum eski ecnebi sevgililerimden birisini Noel baba kılığına sokup
Fatih’te bırakmak istiyorum. Halk icabına sevgiyle bakacaktır. Bir de Massimo’nun
Noel ağacına bir mektup bırakayım dedim:
Sevgili Noel Baba;
Bu sefer
de postu deldirmeden bize ayrılan bir yılın sonuna gelmiş bulunmaktayız. Bence
topuklarımızı deldirmeden bu günleri görmek de kendi başına fena kariyer sayılmaz,
di mi? Bacadan geleceksen, elin
değmişken oraları da bir temizle. Netekim koskoca bir yıldır eve uğramıyorum. Elinde
bayandan temiz bir Saad Lamjarred varsa getir. Hatta klonla, evi onunla
doldurayım. Fazla gelenleri bizim kızlara veririm. Canım Noel Baba, memlekette
3 milyon Arap var, bir Saad gelmedi. Ben sana işleri kolaylaştırmak için küçük
bir hesap yaptım. Dünyadaki Arap nüfusunun şu anda sadece 419 milyonu henüz
bizim ülkede yaşamaya başlamadı. Onlar da gelince işimiz garanti olacak. Yoksa
benim küçük birikimim var. Al bu yarısı, diğer yarısı da iş bitince. Ha, bir
de, biz söyleyemiyoruz da: sen babama kot pantolonların tam ortasına çizgi
gelecek şekilde ütülememesini söylersen be canım… Takdir edersin ki bu seneden
fazla bir beklentim yok. Süphaneke, dininize amin…
Bursa’dan konferanstan dönüyorum. Canımın
için Yusuf Hoca’yı kısa da olsa gördüm. Çocukluğunun geçtiği Eftini Gölü’nü
anlattı. 1960’larda kurutmuşlar gölü. Bir roman okur gibi dinledim dedesinin
100 kilo ağırlığında bir yayın balığı yakalayıp caminin avlusunda kesip
sattığını. Bal kabağından yapılan börekleri, renk renk balıkları, göl hayatını…
Dünya tatlısıdır Yusuf Hoca. Hocanın da bir nehir söyleşisini yapacağım, onayı
aldım.
Oradan hooop Mudanya. Mudanya İtalyanca “montagna”dan
(dağ) geliyor olmalı. Nedeni gayet basit. Gerçi tüm dağları oyup ev dikmişler.
Zeytinleri kesmekle yetinmemiş dağları bütün bütün yemişler. Yakında Yunan’dan
zeytin ithal ederiz. Canımın içi Özden ve Ferit’le iki leziz gün geçirdik,
kahkaha komalarına kaldığımız yerden devam ettik. Ferit’i Athena’dan
tanırsınız. Athena’nın sert yıllarından. Sonra da İllegal Süttozu ve AF’tan. Yeryüzünde
eşi benzeri olmayan eğlenceli adamlardandır Ferit. Özden de bir çeşit yetenek
küpüdür. En son Beylerbeyi’nde bol votka eşliğinde bize masadaki tepsi içinde
bir parmak tiyatrosu yapmıştı. O gün gülmekten ruhumuzu teslim etmediysek bu
gezegende bize bir şeycik olmaz demektir. Bu sefer de yerle yeksan etti bizi. “Sıkıcı
Özlem yoktur, az votka vardır” gereğince bol bol içip gece boyunca
seyrettirdiğim Saad Lamjarred kliplerine katlandılar. “Sen bir Saad’e bak
bakalım” diyerek nefes aldılar zaman zaman. Bir Manu Chao şarkısı gibiydik. “¿Qué
hora son mi corazón? (Kalbimin saati kaç?) Soruyorum, kalbimin Saad’i kaç? “Nicaragua’da
saat kaç?” diyen bir hotel resepsiyonu saat cümbüşü tadındaki o Manu şarkısını hatırladınız mı? (Özden çözdü, ben “büyük
gülen” adamları beğeniyormuşum. Demek istediği sanırım gülerken dudakları bir
kulaktan diğerine uzanan erkekler. İsabetli bir yaklaşım.) En sevdiğim Burhan
Altıntop repliğidir. Misafirden sıkılınca
salondaki dört-beş saatten en duruma hizmet edene bakıp esneyerek “Neyyyğğğ!
Tokyo’da saat 4 mü olmuş ki!” deyip misafir kovalar. Saad izlemekten bayılan
Ferit ve Özden’e “neyy, Rabat’ta saat 4 olmuş!” diyerek beni kovmadıkları için
moteşekkirem. (Farsçaya başladım da çaktırmadan. Sakın kimseye söylemeyin,
sürpriz yapacağım.)
Özden’den kaçamamış haber, İsviçre’de Noel’de
kedi yiyen 200.000 kişi olduğu söyleniyormuş. Hem de ev kedilerini! Nüfusa
bakınca geriye yemeyen bir sen, bir ben, bir de bebek. Mecliste yeterince imza
toplanamadığı için buna önlem alınamamış. Medeniyet dediğin 32 kalmış canavar.
Huzurdan canı sıkılıyor tabii abilerin. Kıtlık günlerinden kalma bir
gelenekmiş. Biz de kıtlık günlerinden kalma gelenekleri geri getirsek Mekke
savunmasında olduğu gibi besili çekirge yeriz. (Yarasa büyüklüğünde). Hırvatistan’ın
Slavonia bölgesinde de dormouse (yedi
uyur) denen bir çeşit fare yeniyor. Biz bile normal kaldık şu âlemde, bir de
buradan bak olaya.
Bulgaristan’ı yıkıp geçen çılgın bir Türk
var: Azis. Özden kliplerini gösterirken “Lady Gaga ne ki?” dedi. Gani gani
haklı. Yok böyle bir tarz. Adamın herhangi bir klibini bizim ülke şartlarında
çeyrek dakika kesintisiz göstermek namümkün. Safi sansür. Walakin pek bir
eğlenceli. Bursa konserlerine bir göz attık ki, yıkıp geçmiş ortalığı. Biraz
edepli versiyonuyla çıkmış tabii sahneye. Size biraz eğlenmeniz için “San Trope”
klibini tavsiye ediyorum. Eğlence garantili.
Bu sayı Çağlar’a gitsin. O da olmasa yazacağım
yok.
Ps. Noel Baba, pişttt, Saad’ı unutma. Bir
yamuk olmasın.