Sonra soruyorlar, niye evimde
kalmıyormuşum? Arkayı dörtleyip evde nasıl eğlendiğimizi bilseniz siz de bizde
kalmak istersiniz. Bizim ihtiyarlar Küba’yı büsbütün taşımışlar. Doğal olarak
koliyle puro da gelmiş. Non-smoker bir
aile olarak mutfak ocağında yakmanın puronun tabiatına aykırı olduğunu
düşünerek daha az bir hakaretle onu kibritle yakarak sıraya dizildik, joint
tadında sırayla içiyoruz. Puroyu kesmek gerekince kardeşim içeriden takımını
getirdi. Bu arada kardeşime yıllar önce aldığım bir puro ve cep kanyağı
takımına bakınca, insanın ablasının neden minik kardeşine böyle bir hediye
aldığı sorusu kimsenin aklına gelmedi. Hali hazırda yaptığım aklı başında bir
iş olmayınca kimse bundan kıllanmadı. Ayrıca non-smoker’lığın dibi olarak evde
kül tablasından eser bulunmamasından mütevellit küllerini de çay tabağına
koyarak puroya son hakareti de etmiş bulunuyoruz. Kardeşimin yorumu: Bu puro
bizde hiç zengin durmadı. Haklı çocuk.
Kardeşime doğum günü hediyesi olarak nostalji
kutusu getirmiş Zehra. Maaile başındayız. Annem az önce sapanla dizimi vurdu.
Sapan en temizi. Doğası daha vahşi olan aletler de var içinde. Bunlardan
biriyle telef olmazsam bile leblebi tozuyla boğulurum birazdan, nostalji olurum
doğrudan. Daha da komiği annemin Havana’da müzeden kardeşime getirdiği tişört.
3 yaşında bir veledin içine zor sığacağı boyutta. Sanırım bizim büyüdüğümüzü
kabullenmek istemiyor. İşte biz de tam da bu yüzden büyüyemiyoruz. Onun da hâlâ
sapanla oynadığını düşünülürse, evde hissedilen yaş ortalaması 4.
Picasso’nun
ve Antonio Banderas’ın (bence ikincisi daha heyecanlı) doğduğu şehir Málaga’ya
inip enfes bir Endülüs-Algarve düşü yaşadık Hande’yle. Bugün ölecekmiş gibi
dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için yedik. Endülüs’ün incisi şeker
kamışı karamelinde patlıcan kızarması, fesleğenli domates soslu bacalao, soğuk
çorbanın dünya şampiyonu gazpacho, bir İspanyol klasiği olarak sabahları
sıcacık churro’lar… Memlekette moratoryum ilan edilecekti az kalsın. Sömürdük
kaynaklarını.
Yalnız
benim başıma gelen olaylar serisi Endülüs’te de peşimizi bırakmadı. Genelde
memleket dışında bir Türk görünce tek bir emir cümlesiyle ortamdan sıyrılır
kamuflajları çekeriz: Tozingen. Bu sefer Málaga’dan Granada’ya giderken otobüs
kuyruğunda şeker birisini gördük. “Merhaba”sını aldık. Sonra onunla Granada’da
nehir kenarında karşılaştık. Son olarak da Córdoba’ya aynı otobüsle gidince
kader bize üç ayrı şehirde bir şey demek istiyor diyerek takıldık peşine. Córdoba’yı,
Sevilla’yı birlikte alt üst ettik. Sadece Córdoba’da yapılan Califa (Halife)
biralarının satıldığı bir bara konuşlanıp mangolu, kahveli, tarifsiz lezzette
biralar içtik. Murakami’nin başkalarının hikâyelerini yazan “Little Fingers”
karakterini de ondan öğrendik. Manu Chao dinleyen insanları ayrı severim zaten.
Gezmesini bilen insanları da. Macaristan’daki Sziget Festivali’ne gitmiş. Novi
Sad’daki Exit’i biliyor. Her şeyin tadına bakmayan, yeni tatlardan korkan
adamdan gezgin olmaz. Arkadaş kendisine bir boğa kuyruğu söyledi. Güzel gezen
insanlara şapka çıkarırım.
O Fas’a gitti, biz Portekiz’e…
Portekiz’in tatil bölgesi olan Algarve’de Faro’ya çufçufladık. Kuzen Ozzy
burada FIESA adında bir kumdan heykel festivali olduğunu söyleyip bize gazı
vakitlice vermişti. Yolu izi olmayan, cehennemin dibinden bile imkânsız şekilde
bulunan bir yere konuşlanmış olan mekânı bulduğumuzda sefalet-ün sefalet-ün
sefil-ün şeklinde çekiliyorduk. Kumdan heykel yapıp yüz bin Fahrenheit sıcakta
bir köyde, denizden uzakta onlara müze alanı yapma fikri kimin neresine
geldiyse (o akla gelmemiştir kesin) Tanrı ona layık olacak bir güzellik yapsın.
“Merve, aklıma bir şey geldi” dediğim zaman, “Abla, sende akıl olmadığına göre Allah
bilir nerene geldi!” der hep. Hah, işte ondan. Allah bilir nerelerine geldi.
Portekiz’de okyanusa girdik. Granada’dan
kara kışta giymek üzere aldığımız deri ceketlerle dalga geçen Murat’a inat
ceketleri çekip içine de hırkaları giyip gece kilisenin bahçesinde, masmavi bir
gökyüzü altında film izledik. Faro geceleri kuzey kutbu tadında. İnsanları da.
Nerede benim tatlı Portekiz halkım. DNA’sı bozulmuş koca ülkenin. Dünyanın en
kibar ve ince ruhlu milleti olarak bildiğim Portekizlilere bir haller olmuş,
anacım.
Seyahat biraz da yolda kalbi döküp saçarak
dolaşmak değil mi? Endülüs’e
gittiyseniz Elhamra, Córdoba Camii,
Alcazar gibi klasikleri bitirdikten sonra
kimselere benzemeden gezin. Córdoba’da Califa biralarını fıçıyla içip kafayı
bulun, şehrin göbeğindeki Roma köprüsünde bilfiil sarhoş dolaşın, gece nehrin
karşı kıyısından sarayı izleyin, yediğiniz boğa kuyruğunun sonuna gelip de
tabakta kalan kuyruk sokumu kemiğini görünce “buraya kadar her şey güzeldi, ama
pişman değilim” deyin, Granada’da bir pastanede o enfes pionino tatlılarından yiyin, nehrin kenarında heykelin dibinde,
nehre değil portakal ağaçlarının altında o renkli sokağa bakarak oturun ve tanque (tank) adı verilen boyutta bir
bira söyleyin, ara sokaklarda halkın ayakta yediği barlardan birine girip
Mezquita (Cami) birası için, Málaga sahillerini bitirip uzaklarda sadece
yerlilerin sandallar içinde yapılan sardalyaları löpürdettiği sahil masalarına
oturun, Málaga’nın belediye pazarına gidip teyzelerle birlikte alışveriş yapın,
şehrin ince uzun cevizlerinden, sarımsaklı zeytinlerinden, termiyesinden,
boletus mantarlarından alın, Gualdalquivir Nehri kenarındaki çimlere uzanıp
çene çalın, ayaklarınızı göğe uzatın, nerede kalacağınıza şehre indiğinizde
gezerek karar verin, şehrin karşısında kimseciklerin oturmadığı bir nehir
kenarı barında oturup kentin majestikliğini izleyerek sangria için, Flamenco
izlemek için turist kandıran tavernalara gitmek yerine şehrin meydanlarında
gösteri yapan dansçıları izleyin açık havada, salaş bir bara tüneyip içerken
bir taraftan da İspanyollar gibi zeytinleri yiyip çekirdeklerini yere atın
(geleneğe karşı gelmeyin, sürekli süpürülüyor yerler), Sevilla Katedrali’nin
kulesine çıkıp, otuz küsür katı el ele koşarak inin…
Hayalimde değerli bir hazine olarak
saklayacağım bir an daha var… Gece çöküp de gökyüzü Parliament mavisi olmuşken
pespembe cephesi olan bir kilise önünde, portakal ağaçları altında, uçsuz
bucaksız bir kalabalık içinde ortaya yerleştirilen ve tanımadığımız insanlarla
paylaştığımız kokteyl masaları kenarına biralarımızı koyup ayaküstü hayattan
bahsetmek ve bize şarkılar çalan adamın gitarına para bırakmak. Yer gök
portakal kokarken… Başka bir cennet olmasa gerek.
Sofya
treninde sayısı Moğol ordusunu aşan kondüktörlerin biletlerimizin üzerine
yazdığı yazılar kadar bile not almadım bu yolculukta. Yüzyıl süren yolculukta
biri inip biri binen kondüktörler biletlerin üzerine en Kiril’inden uzun uzun
yazdılar. Tahminimizce “bana bu hatıra defterinin kalbin gibi temiz sayfasını
ayırdığın için çok teşekkür ederim” notu düştüler her seferinde. Ara sıra bakıp
gülerim diye saklıyorum.
Bir
sonraki durağımız Meksika. Yıllar önce yaptığım gibi sırt çantasını alıp
gideceğiz. Kardeşim ülkeden tırstığı için “ben öndeki şemsiyeli rehberi takip ederek
gidebilirim ancak oraya” dedi. Oysaki Meksika’da o şemsiyeli rehbere ek olarak
bütün turist kafilesini tek hamlede kaçırıp otobüsü bütün bütün yerler.
Şemsiyeli rehberin şemsiyesi üzerine de bir dizi Japon geyiği yaptık kahvaltıda
çaresiz bolca gülerek. Meksikalı mafyadan buğulu sesle gelen haber: “Kötü bir
haberimiz var, biz o şemsiyeyi açtık”. İstesek daha da iğrenç olabiliriz, ama
şimdilik olmayacağız.
Yıllar önce annemle Kahire’de havaalanında
yürüyoruz. Elimiz kolumuz dolu. Evden eve nakliyat tadındayız. Devasa bir avize
almışız. Annem cam parçalarını taşıyor, ben de koca gövdesini kucaklamış götürüyorum.
Yan yana konuşa konuşa gidiyoruz. Bir an geliyor da bakıyorum ki üç kişi
yürüyoruz. Yanımda bir Mısırlı az önce benim elimde olan avizeyi bana bile
çaktırmadan almış aileden biri gibi geliyor bizimle. Hangi arada derede elimden
kapmış, nasıl bencileyin canavarı uyandırmamış, olasılık hesabı yapsan tahtaya
yansımaz, o derece! Bittabi maksat ulvi: bahşiş almak. Hayalimin ekranlarında
hiç silinmeyen bir manzaradır bu. İşte bazen böyle yürürken bir bakıyoruz
birisi çaktırmadan hayatımıza girmiş, bizimle yürüyor. Komik değil de, ne :P
Málaga’ya ayak basarken ve İstanbul’a
döndüğümde aynı şarkı çalıyordu Manga’dan..
“Bugün olmaz, yarın
olur sen kendi yolundan şaşma,
Bize engel mengel
sökmez yelkenler fora.
İçimizden geldiği gibi
söyleriz aşk arkamızda
Bu sokaklar bizden
sorulur bizde yok mavra”.
Benim aşk romanı yazma zamanım gelmiş… Yazmayalı koca 11 yıl olmuş! Aşkın “vokatif” hali, nasıl? İsmin Slav
dillerinde olan “seslenme” hali.
Yaşlanınca Derya Baykal olmak istemeyen
kadınlar, şimdiden takılın bana, genç kalın…
Haydi, Karayip sahillerinde Pokemon
toplayalım :P