Çılgın
arkadaşlarım arasında en üst sıralarda gelir Slobodan. Sarajevo doğumlu bir
Srpski. Öyle candır ki! Dünyanın dört bir yanındaki kongreler olmasa
birbirimizi göremeyeceğiz. Kaç dili mükemmelen konuştuğunu sayamıyorum.
Edebiyat, tarih, din, her şeyi bilir Slobodan. Rengârenk bir kişiliktir.
Dünyanın sayılı komik adamlarındandır. Onun yanında yanlışlıkla bir işi ciddiye
almaya kalkmışsanız, boşuna çaba sarf edersiniz. Beyhudedir. İki saniyede
kulağınıza bir fıkra anlatıp sizi darmadağın eder. Muhteşem yemekler yapar ve
asla kötü yemek yemez. Onun yanında dolaşırken bilmediğiniz tatlarla
tanışırsınız. Retz’de bir restoranda yemek yerken tanışmıştık zaten. Almanya’da
en güzel eti kasapların yaptığını söylemişti. Kasapların içinde beğendiğiniz
eti yiyebileceğiniz masalar olan minik şehirler var, ne tatlı! Velhasıl yemekten bahsederken gözleri
pırıldar. Onun Türk olmasından şüphelendiren en büyük özelliği de enfes bir
yemek yerken ve daha sofradan kalkmadan tarifsiz bir heyecanla başka
yemeklerden bahsetmesidir.
Akdeniz kongresi sayesinde Kıbrıs’ta
karşılaştık Slobo’yla. Öldürdü beni gülmekten. Konu savaşa geldiğinde bile anlatacak şenlikli
bir şeyleri olan insan, Slobodan! Sırplar son savaşta Amerikalıların “invisible”
bir uçağını vurmuşlar. Sonra da halk tişört yapıp giymiş. Üzerinde: “Sorry, we didn’t know it was invisible!”.
Miloševič’in
evinin bombalandığı gün de adamın sokağına şöyle yazmışlar: “Sadece bir gün sana ihtiyacımız vardı, o gün
de evde yoktun”.
Kongre esnasında bir kahkaha gelirse,
bilin ki o bendendir. Bilin ki Slobodan bir iki dakika içinde fısır fısır bir
fıkra anlatmıştır. Size akademik dünyayı en lezizinden anlatan bir Slobo
fıkrası anlatayım. Efendim, profesörler seks zevk mi yoksa angarya mı, karar
verememişler. Doçentlere sormaya karar vermişler. Doçentler düşünmüşler,
taşınmışlar, bilememiş yardımcı doçentlere sormuşlar. Onlar da düşünmüşler,
evirip çevirip bir cevap bulamamışlar. Soru asistanlara kadar inmiş. Asistanlar
fazla düşünmeden cevap vermişler. “Tabii ki zevktir. Angarya olsaydı bize
yaptırırdınız!” Koptum doğal olarak. Sapına kadar doğru. İstanbul Üniversitesi’nde
hocalara çeviri yapmaktan yıllardır doktorasını veremeyen insanlar var. Ben
ellerim doluyken bile öğrencime “çay bardağımı iki dakika tutar mısın?” demeye
utanıyorum. Onlar koliler dolusu çeviri yaptırmaya utanmıyor. Türkiye’de
akademinin hali bu, öğrenciyi sömürmek, üzerinden geçinmek, dil öğrenmemek,
öğrenciye çeviri yaptırmak.
-Özlem, Rus erkekler
neden dudaktan öpüşür biliyor musun?
-Hayır, Slobo.
-Birazcık ısınmak için.
Rus demişken Nikolay’ı da unutmayalım. Şeker
bir televizyon programcısı/sosyolog. Kıbrıs’ta beni Petersburg’daki programına
davet etti. Yunanlar “pote min les pote”
(Asla ‘asla’ deme) der. Doğrudur. Daaa
da gitmem Petersburg’a, demiştim, yalanmış. (Bu durumda Davos’un güvenli bir
yer olmasından şüphe edelim, gidip yerleşmeye kalkmayalım, ters köşeye
gelmeyelim.) Bir Rusperest olarak Özlem’i
bile delirtmiş Ruslar. Rostov’a gitmiş, onlara
“Kuzey Karadeniz Lazları” diyor. Haklı. Özlem Rusça bilmiyor diye bağıra bağıra
dertlerini anlatmaya çalışmışlar. “Yabancı dil bağırınca anlaşılır” inancına
tek sahip olan Türk anneleri değil ya. (Eve gelen yabancı arkadaşa bağıra
bağıra ve heceleye heceleye Türkçe konuşan bir anne memlekette her evde vardır.
Bende onun Fransızca bilmeyen arkadaşlarıma Fransızca konuşanı var, mesela.) Hal böyle olunca Özlem’den respons:
-I didn’t say I can’t
hear Russian. I said “I don’t speak Russian”. Haklı kız, anacıımm!
Velhasıl Kıbrıs muhteşemdi. Yıllar önce ofis
arkadaşım Serkan’ın kumpanyasına katılıp gitmiştim. Fazla şanslıydık,
oyunculardan birisinin babası barış komutanı idi, onun sayesinde Maraş’ı da
görmüştük. Bir film karesi gibiydi. Terk edilmiş koca bir şehir hayal edin.
İnşaatı yarım kalan oteller, yıkık binalar, yıllar sonrası için rezervasyonları
yapılmış oteller… Afrodit’in neden burada doğduğuna inanıldığını ispatlayan
inanılmaz turkuaz bir deniz! (Afrodit’in neden Uranüs’ün hayalarından doğduğu
konusuna hiç girmezsek olur sanırım).
Ne çok eğlenmiştik! Son gün hayatımın ilk ve son disko kavgasının
ortasının kalmıştım. Bizim çocukları arabaların üzerinde görünce disko kavgası
denen şeyin ne menem bir şey olduğunu anlamıştım. “Ağaca Tüneyen Baronu”
okuduysanız bilirsiniz. Salyangoz yemek istemediği için ailesine kızıp ağaçlara
çıkan Cosimo ömrünün sonuna kadar ağaçta yaşar. Orada yer, içer, âşık olur;
ağaçtan ağaca koşar, asla yere ayak basmadan ölür. Hah, işte bizim çocuklar da
öyle arabadan arabaya atlayarak aşağıdan saldıranları tepelediler. Ben de
gözlerim tavada yumurta vaziyette izledim olanları. Anlatılmaz yaşanır bir
andı. (Farkındaysanız tam da anlatamadım).
Yaşarım ben bu Kıbrıs’ta. Benzin ve alkol
bedavadan biraz pahalı, yemyeşil, masmavi, sıcak, 12 adet de gül gibi
üniversite var ve ülkede cami neredeyse yok. Zaten Kıbrıslılar camiye hayatta
bir kez gidiyormuş, o da çok önemli biri öldüğünde. Cami görevlisi dünya
sempatiği bir adam. Hem dindar, hem gülümseyen insan bulmak zor bu devirde.
Sanki din gülümsemeyi yasaklıyor! Rahat ol hacı, yok öyle bir yasak.
Famagusta’da (Mağusa) ruhum kaldı. Çılgın
bir Gotik katedrali camiye çevirmişler. Devşirilen katedral görmemiştim hiç,
içine girince tuhaf oldum. Bizans kilisesinden cami yaparsan, gideri olur.
Kubbesi ve iç mekânı ile camiden çok uzak değildir. Ama katedralden kasıp cami yapmak ataya çok
yakışmamış. Üstelik mihrap da yamuk duruyor çaresiz. Adamlar kiliseyi kıbleye
göre yapacak değildi ya. Sonradan çevirince mahvolmuş o uhrevi hava. Slobodan
bizi Aziz Yahya ve Tapınak şövalyelerinin yan yana duran iki küçük kilisesine
götürdü. Hemen hemen aynı boyda ve yan yana inşa edilmeleri de kardeşliğin
simgesi imiş. Tapınak şövalyelerinin kilisesinin içi bugün bar olarak hizmet
veriyor. (Bence yeterince kutsal bir hizmet). Dinle derdi olmayan halkları
seviyorum, elimde değil.
Arapların ıspanak, gül suyu, şeker, muz,
alkol gibi şeylerin yanında Avrupa’ya kolokası da götürdüğünü yemek tarihi dersinde
anlatırım. Lakin ilk defa tadına bakabildim. Kocaman bir kök bitki, patates
gibi pişiriliyor. Tanıştık. Sevdim. Umarım o da beni sevmiştir. Bu çılgın Kıbrıslılar otlara bayılıyor. Orada
yaşamak ve asla İstanbul’a dönmemek için başka bir sebep işte. Kaz ayağı,
molehiya, gappar… Gappar, bildiğiniz kapari. Osmanlıca metinlerde gebere diye
geçiyor. Yıllar sonra İtalyanlardan özenip adını eskiden yine İtalyancadan aldığımız
şeye yeni ad vermişiz: Kapari. (Akıl tutulması) Kaz ayağına, gaz ayağı diyor
Gıbrıslılar. Âlem adamlar. Her şeye bir “cik” eki getiriyorlar. Mesala:
Gıbrısçık. Ama olması gereken yere koymuyorlar. “Bademcik” değil “badem” diyorlar.
Bademlerim şişti, koşun kızlarrr!
Meşhur
kuş turşularından yemedim: Cikla turşusu. Minicik kuşları ağaçlara ökse sürüp
avlamak pek sempatik gelmiyor. Yok ya hu, kuşları sevdiğimden değil, kuş
etinden yapılan turşuyu masada görmekten hoşlanmadığımdan. Küçükken yaşadığım
korkunç bir günden ötürü kuş fobisi baki kaldı bende. Yaz aylarında Malta ve
İtalya’ya gidemiyorum. Kuşlar masalardan inmiyor bu enlemlerde. Tabii bu arada bir insanın kuştan turşu
yapması için canının hayli sıkılmış olması lazım. Kapa parantez.
Reçele
de “macun” diyorlar. Badem macunu aldım. Enfes ötesi. Sıvı bir marzipan hayal
edin, işte badem macunu. Bir çeşit Jerez (Sherry de Jerez’den türeme, İngilizler Jerez’den araklamışlar) ya da
moscatel diyebileceğimiz Commandaria şarabı da adanın nefasetlerinden. MÖ 800
yılında Hesiod bile yazmış. Arslan yürekli Richard’la Berengaria’nın düğününde
de Commandaria sunulmuş. Dünyanın isim taşıyan en eski şaraplarından biri
olarak biliniyor hala. Tavsiye edilesi.
Casino? Hiç işim olmaz. İtalyanca “casino”
, kargaşa, karmaşa demek. (Başka bir anlamı daha var, walakin burada gerek yok
ortalığı karıştırmaya J ) Kazanma ihtimalim olmayan işlere
bulaşmam hayatta. Garantiyi severim. Otelimizin
casinosu bölgenin en büyük casinosu imiş. (Bölge derken Ortadoğu ve Balkanların
sanırım, malum bizim süperlatiflerin coğrafi sınırları belli.) Belirli
aralıklarla tepeden ahali uyumasın da oyuna devam etsin diye su ve hava servisi
yapılıyormuş, duyduğuma göre. Ben
eşlikçi olarak katıldım bizim gençlere. Çok da eğlendim. Kadın nasıl oynanacağını
anlatıyor, üçümüz de anlamıyoruz. (Mal gibi bakıyoruz, demeye utandım bir an,
ama durum oydu aslında. Üç adet polyglot akademisyen, leziz okullarda okuyup
büyümüşüz, ama kumar zekâsı başka bir şey ve bizde ondan olmadığı kesin. GQ’muz
(gambling quotient) magma seviyesi). İşin
özeti, millet çuvalla para bırakırken biz 60 yetele’lik pul ile avanak avanak
dolaşıp mekânın maymunu olduk. Hazırsanız hikâyenin sonunu da anlatayım:
Oynamayı beceremeyince pulları verip parayı geri aldık.
Kleftiko’yla tanıştım nihayet. Kleftis, Yunanca
“hırsız” demek. Kuyu kebabı şeklinde yapılan bu yemek, hırsızların yürüttükleri
koyundan yapılmaları dolayısıyla bu adı almış. Benim aklıma ise ilk olarak
Yunan bağımsızlık gerillaları olan Kleft’ler geldi. Kuzey Yunanistan dağlarında
bizlere karşı savaş veren bu haydutların dağda geliştirmiş olduğu bir kuyu
kebabı olduğunu düşündüm. Malum adamlar dağda ne bulursa ateşte tatlı vahşi bir
şekilde pişirmek zorundalar.
Son konferansımız da şenlikli geçti.
Korsan tarihinin piri Emilio Sola ile düet yaptık Cervantes Enstitüsü’nde, Don
Quijote’nin ikinci cildinin 400. yılı şerefine. Yılın sürprizini İlker Hoca
yapmış aramıza katılarak. (Aşılabilitesi olmayan sürpriz). Bir baktık, taaa İzmir’den
gelmiş! Sürpriz diye buna derim. Son zamanlarda
hangi kıçtan çıktığı (daha da terbiyesiz olabilirim istersem, ama inadına olmıycam)
belli olmayan bir Cervantes’in Kılıç Ali
Paşa Camii’nde çalıştığı geyiği çıktı. ( Tam bu esnada bir gülme mekanizması
olarak ağız tedavülden kalkıyor). Cervantes’in notere yazdırdığı bir vasiyeti
var elimizde. İstanbul’dan bahsetmiyor bile. Kaldı ki buna gerek de yok.
Görmeden İstanbul’un anlatıldığı bir dönemde İstanbul’u gören bir Cervantes ona
sayfalar değil ciltlerce yer ayırırdı. Emilio da bu tezi hararetle savundu. Bu
uydurmayı ortaya salanlara son sözüm: Çok cahilsiniz, keşke ölseniz. Konferansın sonunda İspanya konsolosu gelip “Beni
çocukluğuma döndürdünüz, çocuklar gibi mutlu oldum”, dedi. Ne zarif teşekkür.
Kibarlar kibarı.
Emilio
ile karidesli-biralı özlem giderdik. Emilio İspanya’nın en değerli hippi
tarihçilerindendir. Beş koca yılını Cezayir’de geçirip Alcalá de Henares’e
dönmüş ve evini devrin entelektüellerine açmıştır. Bugün bile hala yolu Alcalá’ya
düşen onun müze-evinde kalır. Kitaplara tebelleş olmaktan uyuyamazsınız. Rüya mı,
ev mi belli değil. Emilio’nun no-novela (Roman-değil) adıyla yarattığı bir
edebi janr var. Ayrıca Türk denizcilerle ilgili yazdıkları bütün deniz
tarihçilerimizden daha çok. Kılıç Ali Paşa’nın
biyografisini de o yazdı. Onun peyniri çok sevdiğini ve o dönemde
herkesin ona değerli peynirler hediye ettiğini anlattı. Kılıç Ali Calabria’lı,
adam peynir sevmeyip ne yapsın.
Buradan
Ali Hoca’ya kucak dolusu selam. Kıbrıs’ta
sohbet edecek vakit bulduk. Kendisi Girit’te hayatımı kurtarmıştır. Yunanın
sert be sert içkisi zivaniya’dan kazanla içip ayakta duramayanlar hayata
döndürülür. %45lik, shot içiliyor. Yunancanlar varille içip dimdik ayakta
kalıyor, ben iki shot’ta: sefaletün sefaletün sefilün. Zivaniya’dan çıkmak, hah
işte, bu da Türk diline hediyemiz olsun. Ali Hoca’yla pek yakında enfes bir
korsanlık tarihi kitabıyla karşınıza çıkabiliriz.
Konferanslar,
sempozyumlar, çalıştaylar bitti. “Tay” Türkçede yer bildirir. O işin yapıldığı
yeri gösterir. Sayıştaş, danıştay, çalıştaş .. “Danışmak” Türkçe değildir, ama idare
edin artık. Farîsîdir. Dânişmend, “bilge,
âlim” demek. Farsça üniversite kelimesi de buradan geliyor: Dâneşgâh. Neyse,
ben artık mışıltay’a çufçuf… Beni
özlerseniz fotoğrafıma bakın. (Telafatın
resmini yapabilir misin, Abidin?) Ekte.