İstanbul’a
geri dönüşü en zor olan şehir: İzmir. Kesin bilgi. Sanırım artık İzmirli oldum.
Her dönüşümde “ulan ben İstanbul’da ne mok yiyorum” diye soruyorum, sonradan da
zaten yarım olan aklım devreye giriyor ve bu şehirde yaşamaya devam ediyorum.
Bu sefer de ilahiyat fakültesinde bir tez jürisi için gittim ve memlekette ne
tatlı ilahiyat fakültelerinin var olduğunu gördüm. Toplamda Sanskritçe, İtalyanca,
İngilizce ve Arapça bilen 2 hoca ile girdiğim jüride bolca eğlendim. (Bizim
jürilerde insan sıkıntıdan ölür. Cenazesini kaldırmaya kimse korkudan gelemez,
o derece. İlahiyatta renk varmış.)
İlahiyat deyince bir zahmet dünya dinlerini anlayın lütfen.
İlker Hoca da hem anne hem baba tarafından
Karadenizli olunca malum Karadeniz insanının ciğerini biliyor. Bunun üzerine
tatlı bir Karadenizli davranış şekli üzerine şahit olduğumuz manzaralar
zincirini saydık. Bir açık, bir demli çay isteyince garsonun dönüp “hangisi
açık, hangisi demli?” dediği, ya da iki ayrı masadan kola sipariş edilince
garsonun kolaları kapıp gelince “hangi kola kimindi yaw?” demesi gibi bir tepki
gösterdiği tek coğrafya Karadeniz olmalı. Karadenizli bir grup asker anılarını
anlatıyormuş. Sonunda en trajik bölüme gelmişler. Teröristler kaçırıp “sizi ya
öldüreceğiz, ya da size tecavüz edeceğiz” dedikleri zaman halk heyecanla sormuş: “Eeee???” Bizimçülerden cevap:
“Hepimizi öldürdüler” .
Necla Teyze Volkan Konak’tan nakletti.
Bir arkadaşı bulmaca çözüyormuş. “Temel içeceğimiz”. Cevap da iki kutucukta.
Adam üç kutucuğa “çay”ı sığdırmış! (Ben de olsam aynısını yaparım.) Başka bir
arkadaşına da sormuşlar “güneş nereden batıyor?” diye. El-Cevap: “Bazen
buradan, bazen şuradan, bazen de oradan”. Bir de Asos’lu rehberleri varmış
Hande’lerin. “Güneş nereden doğuyor?” diye sormuşlar. “Buradan” demiş. “Peki
nerden batıyor?” deyince biraz düşünüp: “Yine buradan” demiş. Arkadaş, nedir bizim bu coğrafyayla derdimiz ya!
Sarkıt dikitleri bırakıp biraz memleket coğrafyası, biraz dünya atlası filan
diyorum yani…
Sabah Kordon’da kahvaltı yaparken Bekir
Hoca çizdiği Türk kadın tipi manzaralarıyla bizi yıktı. Ailenin kadınları
kendilerine mantar partisi vermeye karar vermişler. Mantar toplamaya çıkıp, topladıklarını da bir
güzel ormanda mangalda pişirmişler. Gece
10-11 gibi telefonlaşmalar başlamış “ay be fena oldum, sen de oldun mu?”
diyerek. Sonunda anneyi de hastaneye kaldırmışlar. Hastanede, canı burnunda bir
halde, zor nefes bile alırken kurduğu cümle Türk kadınının özetidir: “Durun,
bir iyileşeyim size içli köfte yapacağım.” Hep demişimdir, daha masadan
kalkmadan başka bir yemekten heyecanla bahseden tek insan tipidir bizim millet.
Daha da iyisi, hocanın doksan küsür yaşındaki büyünannesinin evde bir gençlik fotoğrafının
bulunması ve teyzenin o resmi görmesi üzerine verdiği tepki: “Çabuk yırtın onu,
hiç güzel çıkmamışım!” Bu ülkedeki renk hiçbir yerde yok. Huzur İzlan’da
olabilir ama, neşe ve eğlence burada anacımmm.
Beşer
şaşar, ama Başar şaşmaz. Ne de olsa yirmi yıldır tanıyor beni. Dün kendisine
başımdan geçen saçma bir olayı anlatıp “ben şimdi bunu anladım, dersimi aldım,
ama aynı hatayı yine yaparım ben, değil mi Başar deyince?” bana olanca
sakinliğiyle: “Kısa bir soru sorabilir miyim? Ama çok özelse cevap verme. Sen
manyak mısın, Özlem?!”… Bazı şeyler yirmi yıl içinde bile zor anlaşılıyor
görüldüğü üzere. Kendisi bugün yıllar önce Boğaziçi’nde erkekler tuvaletinde
gördüğü, genel olarak erkekleri anlatan bir tuvalet kapısı yazısını söyledi:
“Men get and forget; women give and forgive.”
Kardeşim Hollanda-Belçika-Çekistan fethinden
döndü. Prag havaalanında öğrencilerin koli koli taşındığını görüp “dil
öğrenmeye gelmemişlerdir herhalde” dedi. Dogri. Bir insan durup dururken neden
akın akın Çekce öğrensin. Zaten öğrenebitesi yok. Hepsi Erasmus öğrencisi,
belli. En favori şehir. Neden? Akademik üstünlük değil herhalde. Olay begayet
dünyevi. Dünyanın en ucuz birası orada da ondan. Barda 0.5 litresi 3 lira . Konu Erasmus olunca
şöyle bir diyalog gelişti aramızda.
-Benim zamanımda
Erasmus yoktu.
-Abla, Erasmus’un
kendisi senin zamanından zaten. Kaçıncı yüzyıldı o yaw?
Dövmüyorum, yarına saklıyorum.
Antonio Banderas’ı getirsen beğenmez Hande.
(Brad Pitt, demiyorum, çünkü hiç tipim değil: Yakışıklılıkta referans noktam
Antonio ve Stefano (Accorsi)
Nabayımmmm?) Hande ile geçen ve benim yine yılarak jübile yaptığım bir
diyalog.
-Ak mı düşmüş adamın
saçlarına?
-Adam değil o, bizle
yaşıt.
-Olsun, ak düşmüş.
-Olabilir. 2-3 tel,
hepi topu.
-Boyu da elindeki kontrbastan
daha kısa .
-Kontrbas değil o,
viola da gamba.
-Olsun, kısa.
Amerika’dan
gelen bir grup hocaya Akdeniz tarihi anlattım. Tatlı, ballı, lokumlu bir grup. Doktorasını
Viyana’da yapan bir müzik doçenti bir kitapta “türkü bar” görmüş, ona eşlik etmemi rica etti. Kendisine bu fikrini
unutturamayınca çaresiz bir akşam düştük türkü bar yollarına. Biri görse,
açıklayamazsın. Taksim’in izbe türkü barlarının birine girdik. Ramazan ramazan,
in cin. Barda bir sen, bir ben, bir de bebek. Neyse, korkulacak bir şey yokmuş.
5-6 parça dinledik. Cem Karaca’dan “İşçisin sen işçi kal” la kapanış yapıldı,
kazaya mahal bırakılmadı. Gazamız mübarek oldu. Konsepti Bob Dylan çalan piyano
barlarına benzetti. (Olayı hayli upgrade etti yani). Sonra Shanon kaldığı
yerden devam etti hayatına: Un peu grave…
Tuhaf bir şey oldu. Shanon üç adet Cizvit
okulunda okumuş. Bana Cizvitlerin kurucusu Loyola’nın hangi kitapları okuduğu
üzerine tartışma olduğunu söyledi. Ben de yılar önce Belçika’dan aldığım 1812
basımı, altın yaldız kaplama çılgın bir Loyola biyografisi çıkardım. Öylesine
bir sayfa açtık: Loyola’nın o kitapları okurken yapılmış bir gravürü çıktı
karşımıza! Bir an donup kaldık. (Bunun üzerine Cizvit olmadım, korkmayın).
Coğrafya
bazen çok zalim oluyor.
En sevdiğim Yunan atasözü: “Pote min les pote”:
Asla “asla” deme.
Başlık mı? Nükhet Hoca duymuş. Kendimi buldum
anacımmm…