24 Temmuz 2015

CEBİNDE FESLEĞEN TAŞIYAN ADAM


   İnsan seyahat ederken kalbinin yarısını yollarda saçarak geliyor. Parçaladık yine yollarda ruhu, toparlayamadan geldik. Barbaros’un doğduğu adadan geliyoruz. Kalabalık bir ordu ile çıkartma yaptık leziz sahillere. Adamlar hiçbir zaman olmadığı kadar seviyorlar bizi bu aralar. Hepimizi yürüyen avrolar halinde görüyorlardır kesin. Yunan adaları bizim bedenin ciğerleri oldu son yıllarda. Senede bir iki kez gidip ruh oksijeni ihtiyacımızı karşılıyoruz. Yunanistan’da tatil yapmanın güzelliği, sahilde rüya mı gerçek olduğunu anlayamadığın insanlarla tanışıyorsun. Zeus Yunan adalarını bizim TOKİ’ci canavarların ellerinden korudu. Olay budur. Dünya mirasım olm o adalar. İyi ki bizde değiller.

        Rüya görsen, bu kadar güzel olmaz ya. İşte ondan. Önce hayal köyü Molivos’a gittik. Yokuşlu sokakları, tepede olduğu halde denizin içindeymiş hissi veren kafeleri, Arnavut kaldırımı sokakları, tablo gibi rengârenk sandalların boy gösterdiği limanıyla bıraktığım gibi duruyor. Ailecek geldiğimizde masaya getirdikleri, kesmeyi unuttukları kalamar yüzünden kardeşim biraz travma geçirmişti. Kalamar her an ayaklanıp gidecek havadaydı. (Hayvanat bahçesinde görsen şaşırmazsın.) Velhasıl, 1880’de bir Osmanlı paşasının konağı olarak yapılan bina bugün enfes bir restoran: Betty’s. Hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünya, yarın ölecekmiş gibi ahiret için yedik vallahi. Şaraba yatırılmış ahtapotlar, sarımsaklı karidesler, içi peynir dolu kızarmış kabak çiçekleri… Bedavadan biraz ucuz. Dönerken kaybolduk. Gecenin bir yarısı yol sorduğumuz adam da sarhoş çıktı. (Gözünü sevdiğimin Yunanistan’ı, bu ülkeden ben de istiyorum). Aldığımız cevap şu oldu: “Sağcı mı, solcu mu olduğunuza göre değişir.” Adada da devreler yanmış.

      Ertesi akşam gün batımı Agiasos’un tepesinde Hz. İlyas’ın yortusu vardı. Döne döne adanın tepesine çıktık. İkonanın köye indirileceği avuç içi kadar bir kiliseye ulaştık. Bana günlerce rüya gibi bir sohbet hediye eden Antonis’in anlattığına göre Hz. İlyas denizden içeri yürümeye başlamış. “Deniz” kelimesini sora sora içerilere gitmiş ve denizi tanımayan insanlar bulana kadar devam etmiş bu yolculuğu.  Denizi ilk tanımayanlarla karşılaştığında da mabedini dikmiş. Bu yüzden İlyas’a adanan kiliseler bölgenin en yüksek yerine inşa ediliyormuş. Arştan köye indik. Tahir Hoca  “Sen hiç plajda keşiş gördün mü?” demişti. “Derin ruh deniz kenarında değil dağlarda olur”. Doğru. Ben de dağlara sıkışmış köyleri denize tercih edengillerdenim. Zamanın durduğu, Meral’in tabiriyle “80’lerin hala bitmediği” bir köy Agiasos. İnsanlar çocukluğunuzdaki gibi giyinip o edayla dolaşıyor. Köy meydanında kurulan masalara konuşlandık. Antonis’in bir akrabası geldi: Dimitris. Cebinde fesleğenle! Küçük bir öykünün içine düştük o an. Tepelerden gelen atlarla İlyas yortusu gösterileri başladı. Atların üzerine çıkıp sirtakiler yapıldı. Biz de atın üzerinde bile duramayan “bağzı” kişilerin olduğu bir ülkeden geldiğimiz için tavada yumurta gibi olmuş gibi gözlerle izledik. Çınar altında, onca masanın arasında göbek bile attık. Memlekette halaydan kaçarken Midilli halk danslarına tutulduk. Peçeteden yüzükler yapıldı, sembolik nikâhlar kıyıldı, Dimitris’in bahçesinden getirdiği bir torba armut çeyize sayıldı, o fesleğen cepten çıktı. 4000 yıllık tarife göre yapılan reçine şarabı damarlara karıştı, kahkaha olarak dışarı çıktı. Film karesi gibi bir gece hafızaya kazındı. Gecenin sonunda Dimitris’in üzerinde süslü bir eğer olan, salkım saçak torbalarla dolu motosikletine binip gitmesi ise tiyatronun son perdesi oldu.

    Tavla oynadık. Ben yendim. Türkiye’de bir erkeği yenersen replik aynıdır (bazı yüce ruhlar hariç): “Kız şansı, bildiğinden değil”. Ama bir Yunan’ı yenersen sana “muzaffer sensin” der, şapka çıkarır. Yunanca tavla terimleri artık benden sorulur. En sevdiğim uzayıp giden pullara verilen ad: “Souvla” (şiş). Fevga ve plakotho diye iki klasik Yunan oyunu da öğretti bana Antonis. Günbatımında masal anlatıcım bana hikâyeler anlattı, Meral’im de şapele bakan bir şezlongda kitabını okudu. Bir yıl hayali bile yeten anlar. Aziz Agustin’in denizi sahile açtığı deliğe dolduran çocuklu hikâyesinden başladık, Gorgona’lar ve Sirena’larla bitirdik. Alışık olmadığımız, Türklerin gramatik olarak bile kuramayacağı cümleler duyunca “Akşamları gizli gizli romantizm kursuna mı gidiyorsun?” deyiverdim. Ne yapalım, biz de öküzlerle yaşaya yaşaya bu kıvama geldik. Romantizm bünyeye zarar verir hale geldi. Bünye cevap vermiyor, güzelim.

     Ikaria’nın aradığım cennet olduğunu da Antonis’den öğrendim. En uzun ömürlü insanların yaşadığı yermiş. Antonis bir gün fırına gitmiş. Fırında in cin. Aramış taramış, ta uzakta bir yerde tavla oynayan iki ihtiyar görmüş. Fırıncıyı sormuş. Adam “fırıncı benim” demiş. Sonra da kızmış “Ne geldin ki? Ekmeğini al, parasını koy, git”. Başka bir sefer de motosikletlerini park edecek yer ararken bir adama “buraya park edebilir miyiz?” demişler. Adamcık “Edin, anahtarını da üzerinde bırakın, ihtiyacı olan kullanıp geri getirir” demiş. Bu adada ölüm yok. Darbe döneminde fikir suçlularını da adaya sürgün göndermişler. Yerli halkla tavla oynayan akademisyenler, yazarlar, politikacılar bir daha geri dönmek istememişler. Ver bize İkaria’yı üç günde beton ağlarla örelim, Araplara açalım, haşemalarla Ege’ye dalalım. (Anaaa, Word kişisi haşema’yı tanımıyor, “ ‘ha şema’ mı?” diye soruyor. He canım, he... Ha şema! Yunanistan anlamıyor bu işlerden…

      ‘Ekonomi’nin içinde Eski Yunancada ev anlamına gelen “eikos” olduğunu biliyordum da, “nomos”un da aynı kelimede gizli olduğuna dikkat etmemiştim. “Kanun” anlamındaki “nomos” bize de “namus” olarak geçen kelime. ‘Hellas’ (Yunanistan)’ın da “ışık” demek olduğunu yeni öğrendim. Hem de sahilde. Dünyanın en ballı annesinden. Maria Teyze acaba beni evlatlık alır mı ki? Temizlik de yaptırmazsa oldu bu iş. İnşaat mühendisi bir teyze bu kadar filozof olur mu ya! Kıskanıyorum ben bu halkı.

       12 yıldır Yunancanın tadını çıkarmama sebep olan hocam Niça ve bu süre boyunca bana yüzlerce, binlerce çay taşıyan Antoş’a da kocaman bir selam.  Onlarla tatil hep rüya tadında geçer. Bu tatili de ona borçluyuz. Hala her koşulda öğretmeye devam ediyor. Metro yapımı için yeri oyan o aletin adını öğretti, bayıldım: Metropontakis (Metro faresi).

        Romantizm memlekete gelene kadar. Burada şiddetli gerçekle yüz yüze kalıyorsun. Kardeşim bir arkadaşıyla telefonda konuşuyordu. Sonuna yetiştim. “Bir mayolu resmini yollasın. Yüz resmine gerek yok, kese kâğıdı takar kullanır”. Bir an önce evlenmezsem artık bir memleket meselesi haline dönüşen beni birilerine kakalama sevdası sınırlardan taşacak. Kardeşimin arkadaşı telefonda bana koca adayı bir psikiyatristi reklamlıyormuş. Tam zamanında yetişmesem başıma gelecekleri siz hayal edin. Kardeşimin ikna yöntemi: “Abla, tedavin de bedavaya gelir. Bence bir gör”. Nasıl oluyor bu evlilik olayı? Kaç tondan sonra “evet” deniyor acaba? Sizce evlilik denen müessesenin bende durma ihtimali kaç?

       Hiç akıllı bir komşumuz olmadı. (Eminim onlar da aynı şeyi düşünüyordur.) Geçen akşam alt katın delisi kardeşimi kıstırmış kapıda. “Sabah kalkıp terlik giyiyorsunuz, çok gürültü oluyor, yaygı serin eve” demiş. Kardeşim de “Teyze, biz eve zaten iki günde bir geliyoruz” deyince, “Ay, gelin tabi. Sizin eviniz. Ne zaman isterseniz gelin, kalın” demiş. Teyze artık saksıda ne yetiştiriyor bilemedik, ama her sabah tam terlikleri giyeceğiz bir gülme geliyor.

      Meral görmüş twitter’da, gece gece gülmekten öldüm. “Sezen Aksu dinlemeyi bırakınca fark ettim. Kimseye âşık değilmişim. Ayrıca sevgilim de yokmuş benim. Boşu boşuna tribe girmişim.” On gün gülerim buna ben. Merve ne başarılı özetlemiş: “Aldonza Lorenzo’ların Dulcinea del Toboso taklidi yaptığı günümüz ilişkileri…”

       Antonis bana Magos tou Oz adını koydu: Oz Büyücüsü. Yıllardır imzamı böyle atıyordum zaten: Maga de Öz. Ben de ona “masal anlatıcısı” adını koydum.

      Yeni keşfedilen minik gezegenlerin birine “Beylikdüzü” yazmaları beni yok etti. Dinlenip dinlenip gülünesi. Zaten Bulgar vizesiyle giriliyor Beylikdüzü’ne.

       Neden memlekette tatil yapmıyorum? Çünkü sahilde kimse bana masal anlatmıyor ve sahildeki çocuk korosu bana “her canlı bir gün ölümü tadacaktır” sözünü hatırlatıyor. Bildin? Haydi romantizm kursuna kaçtım ben!