İnsan seyahat ederken kalbinin yarısını yollarda saçarak geliyor. Parçaladık yine yollarda ruhu, toparlayamadan geldik. Barbaros’un doğduğu adadan geliyoruz. Kalabalık bir ordu ile çıkartma yaptık leziz sahillere. Adamlar hiçbir zaman olmadığı kadar seviyorlar bizi bu aralar. Hepimizi yürüyen avrolar halinde görüyorlardır kesin. Yunan adaları bizim bedenin ciğerleri oldu son yıllarda. Senede bir iki kez gidip ruh oksijeni ihtiyacımızı karşılıyoruz. Yunanistan’da tatil yapmanın güzelliği, sahilde rüya mı gerçek olduğunu anlayamadığın insanlarla tanışıyorsun. Zeus Yunan adalarını bizim TOKİ’ci canavarların ellerinden korudu. Olay budur. Dünya mirasım olm o adalar. İyi ki bizde değiller.
Rüya görsen, bu kadar güzel olmaz ya. İşte ondan. Önce hayal köyü
Molivos’a gittik. Yokuşlu sokakları, tepede olduğu halde denizin içindeymiş
hissi veren kafeleri, Arnavut kaldırımı sokakları, tablo gibi rengârenk sandalların
boy gösterdiği limanıyla bıraktığım gibi duruyor. Ailecek geldiğimizde masaya
getirdikleri, kesmeyi unuttukları kalamar yüzünden kardeşim biraz travma
geçirmişti. Kalamar her an ayaklanıp gidecek havadaydı. (Hayvanat bahçesinde
görsen şaşırmazsın.) Velhasıl, 1880’de bir Osmanlı paşasının konağı olarak
yapılan bina bugün enfes bir restoran: Betty’s. Hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünya,
yarın ölecekmiş gibi ahiret için yedik vallahi. Şaraba yatırılmış ahtapotlar,
sarımsaklı karidesler, içi peynir dolu kızarmış kabak çiçekleri… Bedavadan
biraz ucuz. Dönerken kaybolduk. Gecenin bir yarısı yol sorduğumuz adam da
sarhoş çıktı. (Gözünü sevdiğimin Yunanistan’ı, bu ülkeden ben de istiyorum). Aldığımız
cevap şu oldu: “Sağcı mı, solcu mu olduğunuza göre değişir.” Adada da devreler
yanmış.
Ertesi
akşam gün batımı Agiasos’un tepesinde Hz. İlyas’ın yortusu vardı. Döne döne
adanın tepesine çıktık. İkonanın köye indirileceği avuç içi kadar bir kiliseye
ulaştık. Bana günlerce rüya gibi bir sohbet hediye eden Antonis’in anlattığına
göre Hz. İlyas denizden içeri yürümeye başlamış. “Deniz” kelimesini sora sora
içerilere gitmiş ve denizi tanımayan insanlar bulana kadar devam etmiş bu
yolculuğu. Denizi ilk tanımayanlarla
karşılaştığında da mabedini dikmiş. Bu yüzden İlyas’a adanan kiliseler bölgenin
en yüksek yerine inşa ediliyormuş. Arştan köye indik. Tahir Hoca “Sen hiç plajda keşiş gördün mü?” demişti. “Derin
ruh deniz kenarında değil dağlarda olur”. Doğru. Ben de dağlara sıkışmış köyleri
denize tercih edengillerdenim. Zamanın durduğu, Meral’in tabiriyle “80’lerin
hala bitmediği” bir köy Agiasos. İnsanlar çocukluğunuzdaki gibi giyinip o
edayla dolaşıyor. Köy meydanında kurulan masalara konuşlandık. Antonis’in bir
akrabası geldi: Dimitris. Cebinde fesleğenle! Küçük bir öykünün içine düştük o
an. Tepelerden gelen atlarla İlyas yortusu gösterileri başladı. Atların üzerine
çıkıp sirtakiler yapıldı. Biz de atın üzerinde bile duramayan “bağzı” kişilerin
olduğu bir ülkeden geldiğimiz için tavada yumurta gibi olmuş gibi gözlerle
izledik. Çınar altında, onca masanın arasında göbek bile attık. Memlekette halaydan
kaçarken Midilli halk danslarına tutulduk. Peçeteden yüzükler yapıldı, sembolik
nikâhlar kıyıldı, Dimitris’in bahçesinden getirdiği bir torba armut çeyize
sayıldı, o fesleğen cepten çıktı. 4000 yıllık tarife göre yapılan reçine şarabı
damarlara karıştı, kahkaha olarak dışarı çıktı. Film karesi gibi bir gece
hafızaya kazındı. Gecenin sonunda Dimitris’in üzerinde süslü bir eğer olan,
salkım saçak torbalarla dolu motosikletine binip gitmesi ise tiyatronun son
perdesi oldu.
Tavla
oynadık. Ben yendim. Türkiye’de bir erkeği yenersen replik aynıdır (bazı yüce
ruhlar hariç): “Kız şansı, bildiğinden değil”. Ama bir Yunan’ı yenersen sana “muzaffer
sensin” der, şapka çıkarır. Yunanca tavla terimleri artık benden sorulur. En
sevdiğim uzayıp giden pullara verilen ad: “Souvla” (şiş). Fevga ve plakotho
diye iki klasik Yunan oyunu da öğretti bana Antonis. Günbatımında masal
anlatıcım bana hikâyeler anlattı, Meral’im de şapele bakan bir şezlongda
kitabını okudu. Bir yıl hayali bile yeten anlar. Aziz Agustin’in denizi sahile
açtığı deliğe dolduran çocuklu hikâyesinden başladık, Gorgona’lar ve Sirena’larla
bitirdik. Alışık olmadığımız, Türklerin gramatik olarak bile kuramayacağı cümleler
duyunca “Akşamları gizli gizli romantizm kursuna mı gidiyorsun?” deyiverdim. Ne
yapalım, biz de öküzlerle yaşaya yaşaya bu kıvama geldik. Romantizm bünyeye
zarar verir hale geldi. Bünye cevap vermiyor, güzelim.
Ikaria’nın
aradığım cennet olduğunu da Antonis’den öğrendim. En uzun ömürlü insanların
yaşadığı yermiş. Antonis bir gün fırına gitmiş. Fırında in cin. Aramış taramış,
ta uzakta bir yerde tavla oynayan iki ihtiyar görmüş. Fırıncıyı sormuş. Adam
“fırıncı benim” demiş. Sonra da kızmış “Ne geldin ki? Ekmeğini al, parasını
koy, git”. Başka bir sefer de motosikletlerini park edecek yer ararken bir
adama “buraya park edebilir miyiz?” demişler. Adamcık “Edin, anahtarını da
üzerinde bırakın, ihtiyacı olan kullanıp geri getirir” demiş. Bu adada ölüm
yok. Darbe döneminde fikir suçlularını da adaya sürgün göndermişler. Yerli
halkla tavla oynayan akademisyenler, yazarlar, politikacılar bir daha geri
dönmek istememişler. Ver bize İkaria’yı üç günde beton ağlarla örelim, Araplara
açalım, haşemalarla Ege’ye dalalım. (Anaaa, Word kişisi haşema’yı tanımıyor, “ ‘ha
şema’ mı?” diye soruyor. He canım, he... Ha şema! Yunanistan anlamıyor bu
işlerden…
‘Ekonomi’nin içinde Eski Yunancada ev
anlamına gelen “eikos” olduğunu biliyordum da, “nomos”un da aynı kelimede gizli
olduğuna dikkat etmemiştim. “Kanun” anlamındaki “nomos” bize de “namus” olarak
geçen kelime. ‘Hellas’ (Yunanistan)’ın da “ışık” demek olduğunu yeni öğrendim.
Hem de sahilde. Dünyanın en ballı annesinden. Maria Teyze acaba beni evlatlık
alır mı ki? Temizlik de yaptırmazsa oldu bu iş. İnşaat mühendisi bir teyze bu
kadar filozof olur mu ya! Kıskanıyorum ben bu halkı.
12 yıldır Yunancanın tadını çıkarmama
sebep olan hocam Niça ve bu süre boyunca bana yüzlerce, binlerce çay taşıyan
Antoş’a da kocaman bir selam. Onlarla
tatil hep rüya tadında geçer. Bu tatili de ona borçluyuz. Hala her koşulda öğretmeye
devam ediyor. Metro yapımı için yeri oyan o aletin adını öğretti, bayıldım:
Metropontakis (Metro faresi).
Romantizm memlekete gelene kadar. Burada
şiddetli gerçekle yüz yüze kalıyorsun. Kardeşim bir arkadaşıyla telefonda
konuşuyordu. Sonuna yetiştim. “Bir mayolu resmini yollasın. Yüz resmine gerek
yok, kese kâğıdı takar kullanır”. Bir an önce evlenmezsem artık bir memleket
meselesi haline dönüşen beni birilerine kakalama sevdası sınırlardan taşacak. Kardeşimin
arkadaşı telefonda bana koca adayı bir psikiyatristi reklamlıyormuş. Tam
zamanında yetişmesem başıma gelecekleri siz hayal edin. Kardeşimin ikna
yöntemi: “Abla, tedavin de bedavaya gelir. Bence bir gör”. Nasıl oluyor bu
evlilik olayı? Kaç tondan sonra “evet” deniyor acaba? Sizce evlilik denen
müessesenin bende durma ihtimali kaç?
Hiç akıllı bir komşumuz olmadı. (Eminim onlar
da aynı şeyi düşünüyordur.) Geçen akşam alt katın delisi kardeşimi kıstırmış
kapıda. “Sabah kalkıp terlik giyiyorsunuz, çok gürültü oluyor, yaygı serin eve”
demiş. Kardeşim de “Teyze, biz eve zaten iki günde bir geliyoruz” deyince, “Ay,
gelin tabi. Sizin eviniz. Ne zaman isterseniz gelin, kalın” demiş. Teyze artık
saksıda ne yetiştiriyor bilemedik, ama her sabah tam terlikleri giyeceğiz bir
gülme geliyor.
Meral görmüş twitter’da, gece gece gülmekten
öldüm. “Sezen Aksu dinlemeyi bırakınca fark ettim. Kimseye âşık değilmişim.
Ayrıca sevgilim de yokmuş benim. Boşu boşuna tribe girmişim.” On gün gülerim
buna ben. Merve ne başarılı özetlemiş: “Aldonza Lorenzo’ların Dulcinea del
Toboso taklidi yaptığı günümüz ilişkileri…”
Antonis bana Magos tou Oz adını koydu: Oz
Büyücüsü. Yıllardır imzamı böyle atıyordum zaten: Maga de Öz. Ben de ona “masal
anlatıcısı” adını koydum.
Yeni keşfedilen minik gezegenlerin birine
“Beylikdüzü” yazmaları beni yok etti. Dinlenip dinlenip gülünesi. Zaten Bulgar
vizesiyle giriliyor Beylikdüzü’ne.
Neden
memlekette tatil yapmıyorum? Çünkü sahilde kimse bana masal anlatmıyor ve
sahildeki çocuk korosu bana “her canlı bir gün ölümü tadacaktır” sözünü
hatırlatıyor. Bildin? Haydi romantizm kursuna kaçtım ben!