Tam bir
Balkan “Express” oldu bizimki. Sen 5 günde 3000 bin kilometre yapabilir misin
Abidin? Haydi yaptın, filinta gibi dönebilir misin? Mümkün değil, ayağını
bastığın an ayak bastı kilosu olarak var olanın üzerine 1-2 kilo veriyorlar
zaten. Karbonhidrat manyağı yapıyorlar seni. Biraya da boğuyorlar. Su yerine
kahve veriyorlar. Dış mihraklara kapılma.
Aklı birbirinden bir gram fazla olmayan
biz üç kafadar çıktık yola. Murat sağ olsun, diziyle araba kullanıyor. Yıllar
önce Bulgaristan’da kırdığı hız rekoru ile gazeteye çıkmış. Bildiğin
virajlardan uçarak geçtik şehirlerden. Yolda da bolca çene. İnsanın yanında
Balkan ansiklopedisi taşıması gibi bir şey.
Bulgaristan: Benzincide dolapta kaşar ve bira
satıldığı ülke. Çingene nüfusu hızla çoğalıyormuş. Yakın bir zamanda %75 ile
tüm diğer halkları geçeceklermiş. Bulgarlar kıçlarını kaldırıp çocuk
yapamadıkları için tabii. Slovakya’da geçen yıllardan birinde bizim dizilerden
birinin izlenme enflasyonu hasebiyle o yıl doğan çocukların yarısına “Onur”
adını koymuşlar. Bizde bilimde bir isim bırakamayınca ancak böyle idare
ediyoruz. Bulgaristan’da her biri neredeyse 1 kilo çeken çılgın kokulu pembe
domatesler varmış. Gümrüğe takılmış. Bulgar polisi kokuyu duyunca dayanamayıp
istemiş. Murat da kesip vermiş, n’apsın! Bulgar polisi malum. Böbrek istese
çıkarıp vereceksin. Gerçi 5 Leva’ya da kapatırsın, o başka. Sen şükret ki
arabayla geçerken sen fark etmeden iç organlarını çalmıyorlar ülkede. Çalarlar
vallahi de nefes alamayınca bir bakarsın, hoopp akciğerlerini çalıvermişler.
‘89’da gelen Türklerden bir arkadaşım vardı.
Arabasını içinde kocası varken çalmışlar! Anlayamadıysanız, şöyle anlatayım. Direksiyondaki
kocasını yana itip arabayı çalmışlar. Sonra yolda adamcağızı arabadan itmişler.
Amanda’nın babasının anlattığı başka bir olayı da duyunca vahşetin bu Bulgarların
ata sporu olduğuna karar verdim. Mafya bir adamcağızı çuvala koyup dağlara atıp
bırakmış Balkanlarda mafya öldürmüyormuş. Akıllıca. Bir taraf kaçırıyor, diğeri
kurtarıyor, para paylaşılıyor. İşler böyle yürüyormuş. Son yıllarda karanlıkta
polis durdurursa durmama hakkı vermişler sürücülere. Çünkü hırsızlar polis
kılığına girip milleti soyuyormuş. Bir keresinde bankadan para çeken bir adamı
soymak için polisin de işe karıştığı bir oyunla içinde 3 yolcu, bir de şoför
olan otobüsü viyadükten atmışlar! Bütün bu bilgileri Bulgaria Air tadında giden
Murat’tan aldım, şimdi de size 100 Leva’ya satıyorum. (İçimde yaşayan Bulgar
polisine de birkaç Leva verirsiniz artık. Alter egomla paylaşırım.). Bulgarlarda
da “bokluk” kelimesi varmış. Bakın, hep Doğu’nun iyisini almışlar J
Bir Rusperest olan Özlem, Makedonları
enfes tanımlıyor: Kendi imkânlarıyla Slav olan tek halk. (Ender için “kendi imkânlarıyla
Rus oldu” diyerek koparttı bizi, ki doğru.) Yunanistan Makedonya’yı tanımıyor. Niye
tanısın ayol? Sen en az 7-8 yüzyıl sonra gel, adamın Makedonya dediği yere yerleş,
kendi diline ve ırkına da 7-8 yüzyıl önce bulunmuş adı ver. Neden tanıyacakmış?
Necati koysalarmış adlarını. Necatiski diye de bir dil adı uydursalarmış. Bak o
zaman sorun oluyor muymuş. Bu bizim
Anatoli diye bir yere gelip, adını Anadolu koyup, sonra da “Biz Anadolu’luyuz”
dememiz gibi bir şey. Neyse ki ırkımızın ve dilimizin adını değiştirmedik.
Biz de Makedonya’dan gelmişiz meğer.
(Yunan yok di mi civarda, gelirse söyleyin, Makedon derken volümü
kısacağım). Selanik, Serez kökenliyiz
demişti babam. Koçani köyündenmişiz. Yunan toponim kitaplarında böyle bir köy
çıkmayınca kıllanmıştım. O köy, Makedonya’nın güneyindeymiş. Yani tarihsel
olarak Yunan Makedonya’sına, Selanik bölgesine ait olan yerde. Büyük dedeler
geldiklerinde Yunanca konuşuyorlarmış. Zaten “Makedonya’dan gelmişiz” deyip
hiçbir Yunan’la polemiğe giresim yok.
Bu arada hafta sonu dedemin de sağlam
içici olduğunu öğrendim. Trakyalı adam, ne yapsın. Su mu içsin? Dünyanın ilk
alkol yasağının MS. 1. yüzyılda Trak Kralı tarafından koyulması boşa değil. İskender’in
neden Trakya’da beş yıl oyalandığını anlatan Ata’ya da bir kuple güldük yolda. “Nereye
gidiyon be İskender?” “Aylardır buradayız beya, develer bile sarhoş oldu”. Trak
adama içki yasağı koyulur mu? Balık susuz yaşar mı?
Üsküp’e
üçüncü gelişim. Gezecek bir şey bırakmamıştım zaten. Balkanları Üsküp ve
Saraybosna’daki camilerden ibaret sanan muhafazakâr Türk turistler ellerini
kollarını sallayıp zerre kültür edinemeden öylece gelip gidiyor. Ellerinde bir
rehber, bir kitap hak getire. Minareye bakıp, köfte yiyip gidiyorlar.
Belgrad’da ve Zagreb’de asla göremezsiniz, çünkü bilgilenmeye, dünya görüşünü
geliştirmeye değil din turizmi yapmaya gelirler. Sonra ülke neden gelişmiyor? Bil bakalım
neden.
Üsküp’ün dört bir yanı heykel dolu. Öyle böyle
değil, devasa heykeller. Yapmasını bırak, bakması yoruyor insanı. Öyle büyükler
ki, Makbule’nin İzzet’in omuzları için söylediği gibi: “Tee buradan başlıyor,
bak bak bitmiyor”. AB’nin verdiği milyonlarca Avro’yu heykellere gömmüşler.
Balkanlardan bir bok olmamasının sebebi, minik devletlerin minik komşularıyla
girdikleri yarışta bütün parayı milliyetçiliğe ve dine yatırmaları. Titoveles
köyünün Tito’sunu atmış Makedonlar. Gördüğüm kadarıyla bugün Tito’yu en çok
özleyenler Bosnalılar. Tito iyiydi, Tito.
Bir Büyük İskender heykeli var, güneşi
deliyor. Yunanca konuşan, Slav ırkıyla hiçbir alakası olmayan İskender’i
Makedon yapmışlar. Evet, Makedonyalı ama siz adamın milliyetinin adını
hüüüplettiniz be anacım. Yunanistan’dan görülsün diye yapmışlar adeta. Bir de
havaalanlarına Büyük İskender (Aleksandr Veliki) adını koymuşlar. Komşuyu üzerine
halı silkerek çıldırtma yöntemi. Çok sıkıcısınız ikiniz de, Makedonlar ve
Yunanlar, öpüşün barışın be. Dünyadan dini ve milliyeti çıkar, mis gibi barış
kalır geriye. Bir de paraları sıfırlarsan, babacım, dünya tertemiz olur.
Makedonya’da bir de din savaşı var tabii. Son
geldiğimde yakından gördüğüm (aslında yaklaşmaya hiç gerek yok, pussuz
havaalarda biraz eğilirseniz evinizin balkonundan bile görebilirsiniz o derece
büyük) Vodna Dağı’na yapılan 66 metrelik Milenyum haçı yeni bir savaş
başlatmış. Aşağıdaki bir köy de buna nazire olarak minareleri bundan yüksek bir
camii dikmiş. Şimdi Makedon Ortodoks Kilisesi daha da yüksek haç dikecekmiş.
Affferin hepinize, işte bana böyle saçma yarışlarla gelin. İlkokulda kalmadı mı
bu uzunluk yarışı? Birisi söylesin her iki tarafa uzunluğun önemli olmadığını
:P
En
sevdiğim heykel Kiril ve Metodius heykeli. Sırf canları sıkıldığı ve yapacak
daha iyi bir şey bulamadıkları için oturup Yunan harflerini kırıp büküp alfabe
yapmışlar. Ben mi dedim size din adamı olup dünya nimetlerinden kopup sıkılın
diye. Yunan asıllı, ama Slav halklarını Ortodoksluğa çağıran iki misyoner.
Makedon topraklarında doğdukları için bugün Makedonlar onları da kapmış.
Adamlar Yunan J
Bizim Mevlana’ya sahip çıkmamız gibi bir şey yani.
Vitrinlerde “Turski gevrek” görünce dedik ki
bu Makedonlar çekirdeğe de çiğdem diyordur kesin, mısıra da darı. Bir de “simit-poğaça”
nam bir şey var. Bildiğin böreği minik ekmekçikler arasına koyup yiyorlar.
Karbonhidrat koması. Sadece bakarken bile şişmanlayabilirsiniz, o derece. Zaten
yuvarlanarak geldik. Balkanlarda insan evladı karbonhidrattan dombili olmazsa, “sıvı
ekmek”ten şişiyor. Bira sudan ucuz. Havva ile Adem işte buradan düşmüş.
Bir de “şişe ortağı” diye bir şey demişti
Murat. Çok sevmiştim. Ama şimdi ne olduğunu unuttum. Dostluk dediğin böyle bir
şey olmalı. Özlem de Karadeniz’de yapılan deli balı liköründen bahsetti. Sinoplular
Romalıları bununla karşılamış. Çok bozuldu bu Karadeniz, çok. Mesela benim bir
Karadenizli uşakla geçinme şansım sıfır. “Ben onu fururu”m deyince Özlem en
güzelini söyledi. “Evet, ‘Yüzünden silinmesin bıçağımın yarası’ sizin şarkınız
olur.”
Bir
yerden kokulara geldik. Annesinin beğenmediği her şeye “Marika’nın evi gibi
kokuyor” dediğini söyledi Murat. Domuz sucuğu, salamındandır. Salamanca’da yer
gök kokar. Özlem de bocuk bayramını anlattı. 40 gün beslendikten sonra kesilen
domuzun kokusunu bastırsın diye kabak pişirilirmiş. Bu çılgın Balkan halklarında yaban domuzu avı
pek şenlikli geçiyormuş. Domuzu bacaklarından arabanın önüne bağlayıp post gibi
sererek giriyorlarmış köye olanca şanlarıyla. Laf lafı açınca, Avrupa’ya ilk
giden lale soğanlarından bir anekdot anlattı. Adam gelen beş lale soğanından
üçünü yemiş, beğenmemiş J
Ohri’de kaldık bir gece. Neyse ki Ohri beni
hatırlamıyor. İlk ve son defa gittiğimizde iyi göbek atmıştık Balkan
müzisyenleriyle. Hem de cumhurbaşkanının konuğu olarak götürüldüğümüz yemekten
sonra. Adamın yanında akıllı uslu taklidi yapıp sonra doğamıza dönmüştük.
Osmanlı ev yapısının hala muhafaza edildiği nadir yerlerden Ohri. Zaman durmuş
gibi. Ortodoks şapelleriyle yan yanalar. Yemyeşil berrak bir göl, Slavların
yüzme ihtiyacı için acil çıkış kapısı. Plajlarda tuhaf bir sessizlik var. “Slav
halkı dinginliği” diyor Özlem. Plaj dediğin yerde neşe olur, heyecan olur,
biraz da müzik olur. Huzur batıyorsa
gelmeyin derim. Gölün bir kenarı Makedonya’da, diğer bir kenarı da Arnavutluk’ta.
Luan Starova’nın kitaplarında sıkça yazdığı gibi. Hala okumadıysanız sakın
gecikmeyin. Bayılacaksınız. Ohri genel olarak Makedonların, gölün kenarındaki
diğer şehir olan Struga da Müslümanların geldiği şehir. “Yağmurdan Önce” filminin
çekildiği St. Naum Manastırı da burada. Film de zaten bu bölgede çekilmiş. Ne
baba filmdir o! Ohri’nin manastırlarını geçen sefer gezdiğimiz için bu sefer
tembele bağladık. O da bende durmadı.
Manastır’daki Atatürk Müzesi’ni görmek için
bile gidilir Makedonya’ya. Üşenmeyin derim. Şöyle bir isli kuru etle buz gibi
bira, sokun ayaklarınızı göle. Eğleniyor muyuz anammm?