Arnavutluk?
Ne biçim memleket adı la bu, dutluk gibi. Allah hiçbir ülkeyi dilimize
düşürmesin. Neyse, Ohri’den basıp Arnavutluk’a daldık. Ayağımızın tozuyla bir
bira istedik. “Tirana” nam bir marka getirdiler. Baktık üzerinde cami resmi
var, şaşayazdık. Anladık ki camiyle biraya girmişler. Ayağımızın tozuyla
diyorum, mecaz değil. Çünkü ülke toz içinde. Al eline bir toz bezi, dört bir
yanı sil hissi veriyor. Özlem’in dediği gibi gaz ve toz bulutunda kalmış.
Yaradılıştan beri öyle duruyor, anacım. Elini süren olmamış. Özlem ülkeye “Our country is currently under
construction” tabelasını uygun gördü. Ben de biraz bakınıp “Bir gün erken mi
geldik acaba?” diye düşündüm. Her yer toz, evler yarım yamalak bırakılmış,
plajda yerden inşaat demiri çıkıyor, o derece! Anladık ki Arnavutluk’u daha yapıyorlar.
Çaresiz aklıma bir Yiğit Özgür karikatürü geldi: “Yanlış bir zamanda mı geldim Hüseyin
Abi? Hüseyin Abi?”
Arnavutça dünyada hiçbir dil ailesine
ait olmayan nadir dillerden biri. Neyse ki İtalyanca konuşunca herkes anlıyor. Ülke
artık nasıl pisse ve ortalık nasıl toz halinde kalmışsa ilk öğrendiğimiz kelime
“lavazh” oldu. İtalyanca “lavare”den geldiği belli. “Yıkama” demek. Yer gök
“lavazh” tabelası. Okuya oku delirdik tabii, birkaç saat içinde içmeden geldiğimiz
nokta şuydu: “Sen istiyor lavaj, verecek 100 Lek”. Biraz içince: “Sen istiyor
benle lavaj, verecek 1000 Lek” oldu. Lek, malum Arnavutluk’un para birimi.
Herkesin
altında yeni, eski bir Mercedes. Zaten ülkede şöyle soruyorlarmış: “Araban mı
var, Mercedes’in mi var?” Ülkede yarış artık cep telefonu sayısı ve araba ile
yapılıyormuş. Bir yerden tanıdık geldi mi? Bak İtalya’ya, herkesin altında kıçı
sokacak kadar araba vardır. medeniyet arabanın büyüklüğü değil küçüklüğü ile
ölçülür.
Vlore’de
yayıldık, uzandık şemsiyenin altına. Bir çocuğumuz yok diye şükrettik. Zaten
benim çocuğum olsa kısa zamanda onlarla vedalaşır, “Kusura bakmayın çocuklar,
ilişkimiz rutine bindi” derdim. Özlem daha iyisini buldu: “Siz daha iyilerine
layıksınız” ya da “Şu anda ciddi bir annelik düşünmüyorum.” İşte, biz
Türkiye’de yaşayan kadınlar bu jargonu hep ayılardan öğreniyoruz.
Arnavutluk’ta da eskiden trafik ışıklarında
durmak çok tehlikeliymiş. Koşup arabayı söküyor, ihtiyaçlarını alıyorlarmış!
Bir keresinde öndeki dört fardan birini sökerken yakalanınca “Sen de dört tane
var, bizim evde ampul yok” demiş adam. “Herkese ihtiyacı kadar” düsturuna
uyuyorlar yani, yapacak bir şey yok. Adam ülkesindeki rejime uymuş işte
zamanında.
Gecenin bir yarısı Tiran’a vardık. Devasa
Skender Beg Meydanı bize kaldı. Araplar 15 milyon dolar vermişler meydanın
düzenlenmesi için. Sanırım onlar da tanesi 100 dolardan binlerce çim tanesi
almışlar. Ya da en kötü ihtimalle paraları kötü günler için çimlerin altına
gömmüşlerdir. Çılgınlar gibi büyük opera binasının önünde boy boy resim
çektirdik. Operası olan kentlerden korkmayacaksın arkadaş. Saygı duyacaksın. Neyse,
saygımızı duyduk, indik çimlere. Çimlerde debelenirken Arnavut aileler geldi,
fotoğraf çektirdiler bize. Ful turist görünümlü aileler. Özlem’in aklına tam o
esnada şu geldi. Belçika’da sırf Türklerin gittiği bir kafeye Belçikalılar
gelmiş. Kafenin sahibi de “Hasan! Oğlum turistler geldi bir bakıver” demiş.
Koptuk tabii. Sıvı gibiyiz la! Yaşadığımız ülkenin şeklini alıyoruz.
Geceye eski bir pastane arayarak devam
ettik. Her şehrin klasik, entelektüellerin gittiği bir pastanesi vardır. Onu
aradık Tiran’da. Bulamadık. Ama yol boyunca dünyanın bütün iyi arabalarını
gördük. Neyse, sonunca bir krepçiye geldik. Balkanlar’da ve Ruslarda tatlı
deyince ilk akla gelen şey olsa gelen: Palačinka. Kendilerini aşmışlar. Enfes
bir dört peynirli yedim, Özlem de Malibu’lu bir krep yedi. Gecenin bir yarısı
kalacak bir yer bulmamız gerektiğini fark ettik. (Vakitlice fark ettiğimiz iyi
oldu tabii). Geçen Arnavutluk’a gelişimde yine aynı durumda kalıp arabada
uyuduğumuz için bu sefer bu sona hazır değildim. Sempatik bir Alman otelimsi
bulduk. Dikildik kapısına. Kapı açık, post makinası ortada, teyzem yelpazesini
bırakmış, ama ortada kimse yok. Girdik içeri. Enfes tahta karyolalar, pembe
duvarlar, tahta masalar. Tam bir Bavyera evi. Azimliyiz, burada kalacağız.
Kimsecikler yok. Bütün gece kameraya el sallayarak şebeklik ettik. Bu arada
“oda var mı?” diye gelenlerden 50’er avro alsaydık, bir hafta merkezdeki
International’da kalırdık. Azmi elden bırakmadık. Oturduk bahçeye, bir kahkaha
komasına girdik. Özlem Boğaziçi Felsefe’den mezun. Benim üniversitede
kaçırdığım şenlikleri anlattı. Erkekler yurduna kızların girişini yasakladıkları
gün dağcılık kulübünün kızları halatlarla erkekler yurduna çıkmış. Erkek
yurdundan birisini çağırırken oda numarası ve adını aşağıdan feryat figan
bağırıyorlarmış: 406 Murat ve Murat çıkıyormuş. “306 Suat” diye bağırınca da
306 no’lu odadan su dolu bir poşet aşağı uçuyormuş. Kaçırmışım eğlenceyi onca
yıl. Askeri arazide iki çocuğuyla yakalanıp, ateş edilince korkudan çocukları
bırakıp kaçan çingene baba ertesi gün televizyonda şöyle demiş: “Ep babalık
duygusundan beya! Evde bunlardan beş tane beni bekler.” Alman otelimsinin
kapısında bu ve sair şeylere kahkahalarla gülüp “sabahlar olmasın” tadında
bekledik. Ayrılırken Özlem yelpazenin üzerine “We were here, but you were not”
yazdı. On günlük gülmüşüzdür. Havamızı alarak başka bir otel bulduk. N’abalım
beya!
Ülke bedavadan biraz pahalı. Babalar
gibi yiyip içip birkaç kuruş para veriyorsun. Türkiye’de tatil yapanın aklına
şaşayım. Bir lahmacun-kola parasıyla bilet alıyorsun, hooop Övropa’da misler
gibi geziyorsun.
Son günü müzeye ayırdık. Turizm
bürosundaki adam “Müze 1’de açılıyor, ama kendi kafalarına göre takılıyorlar”
dedi. Bahsettiği yer de Milli Müze! Vakit geçirdik, gittik, teyze demesin mi “2
ile 5 arası kapalı”. Welcome to the jungle, anacım! Adam haklıymış.
İtalyanlardan sadece dili değil, öğle tatilini de kapmışlar. Ne diyoruz,
Batı’nın iyisini alalım. (Biz niye almıyoz la o zaman Batı’nın iyisini?) Neyse, en azından Edhem Paşa Camii’ni görmüş
olduk. Resmen Romanesk sütunları ve freskleri ile kendisini cami sanan bir
kilise. Bunkerden bir tanesini meydana koymuşlar. Dünya gözüyle bir bunker
gördük. Gidişata bakılırsa yakında bize de lazım olacak. Ülkeye girdiğiniz andan itibaren her gök
bunker. 1967-85 yılları arasında toplam 700.000 bin tane yapılmış. Merkezde bir
tanesinin içine girdik. Ancak iki kişi alıyor. Savaş ne pis şey ya! Burada
savaş yokken yapılmış, bir de buradan yakın
Şehrin dört bir yanında büfeden küçük,
minik kitapçılar var. Acil ihtiyaç halinde kitap alınabilecekmiş havası uyandırıyor.
Yıllardır aradığım bir İskender Bey kitabı ve
bir de “Xenophobe’s Guide to the Albanians” aldım. Her millete yapmışlar. Bize
henüz yok. Sanırsam bizimkisi 50 ciltlik olacağı için henüz bitmemiş. On numara
rehber olmuş. Mesela: “Arnavutlar politika konuşurken en çok bağıran ya da en
büyük tehdidi savuran kazanır”. “Arnavutluk’ta Yahudiler Naziler tarafından
öldürülmedi. Bisikletle trafiğe çıkarsanız, anlarsınız”. Biz bisiklete binmeden
anlayıverdik mesela. Zırhla gezsen yine yok ederler seni. Savaş uçağı kullanıyorlar
sanırsın. 2009’da ilk geldiğimde gecenin bir yarısı uyuklayarak otobana ters
yönden girmiştim. Dönüşte mahkemeye başvurup adımı “Mucize” yaptırsam olurmuş
yani.
Şekerli Arnavut öğrencim Erisa’ya buradan
selam. Bir sonraki sefere onunla gezeceğim bu güzel şehri. Kısacası bir daha gidilesi bir yer
Arnavutluk. Hem şansınız varsa döndüğünüzde ülkenin yapımı da bitmiş olur J