Yine mi
geldi olm San Valentin! Şubat’ın 29’unda olaydı ne tatlı olurdu, di mi? Ben
sevgililer günü hediyesi diye Saad Lamjarred’e derim. Yok, şaka yapmıyorum yaw,
gider alır geliriz diye düşünüyorum. Geçenlerde Ebru’da yaptığımız kız partisinden sonra kapıda
ayrılırken bana şöyle dedi. “Unut o Faslıyı? Niye? Mesene’den de sileyim mi?
:====)
Ha,
yukarıdaki özlü söz mü? Tabii ki Serdar Ortaç’dan. Her seferinde yeni şarkı
sözünü ilk duyduğumda kopmayı başarıyorum. Bu başarı benim değil bittabi. “İşte
bu yüzyılın en büyük büyük buluşması” diye başlayan bir cümleye müteakiben
gelen cümlenin son kelimesi ne olur sizce? Affferin bildiniz, tabii ki: “duruşması”…
“Daha yeni başladı bu aşkın duruşması” Adam 20 yıldır sizi dans ettirip
eğlendiriyor mu, siz ona bakın. Götür beni Serdar konserine, sal sahne önüne,
Yıldız Tilbe gibi tepine tepine dans ederim, ertesi gün gelir alırsın. İsterse
şarkılarını 7 tuşlu piyano ile yapsın, çok da tın.
Bahattin
yazmış Twitter’da : “Kafamdaki evlilik teklifi: Al şu yüzüğü, gel yarın başla”.
Bence çok şık. Sanırım duyduğum en güzel evlilik teklifi. Ama siz yine de
sokmayın annelerin kafasına böyle şeyler. Sonra televizyonda beğendikleri
herkesle sizi evlendirmeye çalışıyorlar. Gerçi şu anda benimkinde umutsuzluktan
mütevellit fazla algıda seçicilik kalmadı. (Bir aralar Gökhan Sezen’e takmıştı.
Sadece o taksa yine iyi. Biricik Nebi Hoca da azmetmişti. Bir gün kendisini
ziyarete gelen yakışıklı delikanlıyı ofise getirmişti. Ben de kafamdaki mandalı
-bildiğiniz çamaşır mandalı- çıkarmadan tanışmıştım Gökhan’la. Tahmin edersiniz
ki ilk ve son görüşmemiz olarak kaldı.) Bacak
kadar kardeşim geçen gün ölmek üzere olan bir amcanın fotoğrafını gösterip “Buna
ne dersin?” dedi. Ne diyeyim bilemedim? Bana kalsa “Allah rahmet eylesin”
derim. Esas bomba cümlenin devamında
saklıymış: “Biz bugün varız, yarın yokuz” demez mi! Siz siz olun, erkenden
evlenin, sonra evde makaraya sarıyorlar adamı çok fena.
Kadim dostum Birgül geldi ziyarete.
Romanlarımın Unarosa’sı. Ben Salamanca’da
okurken çok sevdiğim çikolataları zar gibi kesip alüminyum folyolarla mektuplar
arasında yollardı sürpriz olsun diye. Ben de hemen açıp bir köşede milletin
şapşaşkın bakışları önünde kâğıtları şapur şupur yalardım. Bize geldiğinde her
zamanki gibi bütün dünyanın bilip benim bilmediğim bir şeyden bahsederlerken
bütün salon şaşkınlıkla bana bakınca kardeşim “bunun cinsleri normalde bu kadar
yaşamıyor. Bu tesadüfen bugüne kadar hayatta kaldı”, dedi. Çok mu komik! (Şeyy, bence de komik. Haklı çocuk.) Yanlışlıkla biriktirdiğiniz karizmanızı anında
imha etmek ve rahata ermek istiyorsanız vereyim size kardeşimi. Üç saniyeye
bakar.
Venedik’e gittim kaşla göz arasına. Kanallar
Şehri’ne. Nurbanu ve Safiye’nin mektuplarını bulmaya. Enfes şeyler buldum. Bu
Venedik’e beşinci gidişim olmuş. İnsanın yazın nefret edip kışın âşık
olabileceği tek şehirdir Venedik. Hele
bir de turist değilseniz, tadından yenmez. Eğlenceli bir tarihçi arkadaşın
evinde kaldım: Serap Mumcu. Sağ olsun, bana Venedik’in en büyük ve en leziz
kilisesine bakan odasında bir yatak verdi: SS Giovanni e Paolo. Sabah gözümü
açınca kadrajımda sadece bu şaheser oluyordu. Malum perde yok. Giyinip
soyunurken biri görür mü derdi yok. En fazla Tanrı görüyor. (Direkt, aracısız).
Venedik’in turistler tarafından istila
edilmemiş bir meydanında oturuyor: Campo Santi Giovanni e Paolo’da. Meydanda
Leonardo’nun hocası Verrochio’nun B. Colleoni heykeli sizi selamlıyor her
sabah. Evin altındaki minicik pastanede İtalyanlar gibi ayaküstü, ışık hızıyla
kahvaltı ediyorduk. Malum İtalya’da kuzeye çıkıldıkça kahvaltı süresi azalıyor.
Kuzey sınırında sanırım 1-2 saniye yeterli olabilir.
Vardığımda deli gibi yağmur yağıyordu. “Küçük
bir işim var, istersen sen de gel” dedi Serap. Elimize pazar arabasını alarak
karanlığın altında köprülerden atlayarak yolun bittiği bir yere geldik: kanalın
kenarında, evler arasında sıkışmış bir boşluk. Derken herkes elinde şemsiyeyle
gelerek o minicik boşluğu doldurdu. Sonra karanlıkta bir gondol belirdi.
Ardından yakışıklı bir delikanlı elindeki listeden isimleri sırayla çağırdı. Gecenin
karanlığında, yağmurun altında malımızı alıp uçarak eve gittik. Ne mi aldık?
Yakındaki bir adadan gelen organik sebzeler. Arcimboldo tablosu gibiydiler.
Lübnan’dan sonra hiçbir yerde bu denli lezzetli sebzelere yememiştim. İnternetten
seçiyorsunuz, gondolla size geliyor.
Tam da karnavalın göbeğine düşmenin en
faydalı yanı, sadece karnaval zamanı çıkan tatlıları her gün löpürdetebilmek
oldu. Hayatta en sevdiğim tatlı Sicilya’nın cassata’sı idi. Frittelle ile
tanışana kadar. Hayli mütevazı bir ismi var oysaki: kızartmalar. Frittelle di
zabaione yemeden sakın ölmeyin. Isırınca içinden Marsala şarabından yapılan o
enfes krema ağzına hınzırca akıveriyor. Hele bir de incecik mavi Bone China
fincanlar içinde ayaküstü servis edilen yaşlı bir pastanedeyseniz.
Kanuni döneminde İstanbul’a gelen Luigi
Bassano’nun da nereden geldiğini öğrenmiş oldum Serap sayesinde. Venedik’e 1
saat uzaklıkta bir rüya kent Bassano del Grappa. Adı üzerinde burada Grappa
içmeden dönmek olmaz. İsviçre’de Luzern’deki Kapell Köprüsü’nden sonra hayatta
en çok sevdiğim köprü olmaya aday oldu şehrin ahşap köprüsü. (Luzern’deki köprü
Gotik harfler ve renkli resimlerle bir hikâye anlatır tepedesinde. Girişte
başlar, çıktığınızda ise hikâye biter.) Klasik bir kuzey İtalya şehri. Fonda
Alpler, buz gibi bir hava, ama Avrupa’dan farkı sıcacık İtalyan ruhuyla
doldurulmuş olması. Köprü girişindeki minik ahşap kaplı Nardino’da bir grappa
içmeden karşıya geçmemeniz lazım. Ama ben o günkü al-kuhl hakkımını malt biraya
ve Sambuca’lu bir kahveye harcadım. (Bu arada sambuca Arapların 9. yüzyılda Avrupa’ya
alkolü getirmeleriyle yapılan ilk alkollü içki. Damıtmayı Araplardan öğrenen
İtalyanlar eskiden alkolsüz yaptıkları bu anasonlu içkiyi o zamandan beri
alkollü yapmışlar. Alkolün Araplar tarafından bulunmasına ise “oxymoron”
diyebiliriz.
Karnaval’ın en kalabalık günü uslu uslu
evde oturuyorduk. Kapı çaldı. Bir açıktık ki şu manzara:
Gençler bizi almaya
gelmiş. Şekilde görünen arkadaşlar gündüz arşivde tarihçi kılığında belge
okuyordu. Akşam kendilerini bulmuşlar. Bir bizim memlekette tarih yazanların
sıkıcılığına bak, bir de şunların rengine. Bırakın tarihi şenlikli insanlar yazsın,
ruhumuza renk gelsin. Eldeki malzemeyle şekil yaptık. Ben de bıçkın bir erkek
kılığında şehre saldım kendimi. Başka bir tabirler “Venedik’te Türk korkusu”nun
yürüyen haliydim. Işid bu sene Venedik Karnavalı’nı tehdit etmiş. Biz ve bizim
gibi bunu bir yerine takmayan ahaliyle toplanıp şehrin en kalabalık meydanınca
bol bol prosecco içtik.
San
Marco Meydanı’ndaki İstanbul’dan 1204’te
(Latin İstilası) getirilen dörtlü heykelde Konstantin’in ayağının olmadığını
gösterdi Serap. Popüler olarak Konstantin’in hiç İstanbul’dan gelmek istemediği
için ayağının orada kaldığı söyleniyormuş. Sanırım benim ayak da Venedik’te
kaldı. Palladio ve Sinan birbirlerini tanıyorlar mıydı? Peki, gondollar neden
siyah renktedir? Marco Polo’nun Venedik’teki evi nelere şahit? Serap’ın yakında
enfes bir kitabı çıkacak, cevaplar onda.
BBC
tarafından Avrupa’nın en güzel 10 sahafından biri seçilen Acqua Alta’ya girdik.
Ortada içi kitap dolu koca bir goldol. Kitaplar eski küvetlere yuva yapmış. Yer
gök kitap. Kanalın dibinde. Kapısı ardına kadar açık. İsterseniz kanala
ayaklarınızı uzatarak kitap okuyabilirsiniz. Bir kitapçı geleneği olarak pisisi
de var tabii amcanın. Ruhumu teslim ettim.
Son gün yine yağmur yağıyordu. Beni evin
karşısındaki hastaneye soktu Serap. Uçsuz bucaksız bir bina. Düşüncenize
Ortaçağ’dan beri hastane. Duvarları camla kapatmışlar. Sanki kavanozdan bir
tarih içinde gibisiniz. Mekân hâlâ hastane! Dünyanın en güzel hastanesi.
Hastane içindeki uzun yolculuk bittiğinde son kapıdan çıktığımızda vaporetto
iskelesinin önüne düşüverdik. Alice in Wonderland’in son sahnesiydi yani. Serap
olmasaydı şehir bu kadar güzel olmazdı. Bu seyahatimde Venedik’in sakinlerine
bakınca şunu anladım: Biz kötü yaşamıyoruz, hiç yaşamıyoruz!
Venedik seyahatimi anlatmaya Blue Jean’dan
devam edeceğim. 18 yıl sonra yeniden Blue Jean’deyim. “Pasaport Kontrol” adlı
köşemden gezi yazıları yazacağım. Çok gezen mi çok eğlenir, çok okuyan mı sizce?
J
Bu
sefer de beni tembellikten aydıran Çağlar sayesinde yazdım. “Blog yazarsan sana gofret alırım” demişti.
Haklıymış. Bir gün üniversiteye bir koli
gofret gönderdi. Tam da derse giriyordum. Koliyi açıp hepsini bir oturuşta
yedim derse devam ederek. Ha kendisini hayatımda hiç görmedim, o başka. Bu blog
ona gelsin. Var olsun!
Serdar’ın işbu şarkısından çok özlü bir sözle
sizden ayrılıyorum: “Bana müsaade desem darılır mısın?”