Bir Tutam Baharat’ı
izleyenler hatırlar. ‘64’te İstanbul’dan ailesiyle birlikte çıkıp Atina’ya
gitmek zorunda kalan ufaklık Fanis, çocukluk aşkı Saime ile yıllar sonra
dedesinin cenazesinde karşılaşır. Saime ona “Neden bunca zaman gelmedin hiç?”
diye sorar. “Aslında bir kere gelmeye çalıştım”, der Fanis, “ama tanklar izin
vermedi.” Sahne çok komiktir. Fanis, Saime’nin ona hediye ettiği minik oyuncak mutfağı
ve tahta bavulunu alarak Atina-İstanbul trenine biner gizlice. Sabah
kompartımanda onu askerler uyandırır. Camdan dışarı baktığında ise gözleri
tavada yumurta gibi olur: Anne ve babası yanında bir ordu asker ile istasyonda
onu beklemektedirler. 21 Nisan 1967 sabahı darbe yapılmış ve cunta rejimi
başlamıştır. Hah, şimdi ben de kendimi o çocuk gibi hissediyorum. Fas’a
gidemezsem yıkılırım. Yıllardır can sıkıntısından boş zamanlarında evime gelip
tahta sineklikler yapan babam brikolaj ve marangozluk sanatında bir tık daha
ilerlerse belki bana bir sandal yapabilir. (Yaptığı sineklikten sinek girdiğini
düşünürsek, o sandalla Kardak’tan öteye
gidebilme olasılığım hayli zayıf, ama umut en son kaybedilen şeydir.)
Yeşil şarap bilir misiniz? Bilmezseniz
bundan sonra bilme şansınız olasılık hesabı ile hızla azalmakta. Velhasıl bugün
de burada Portekiz için ayrılan yeşil şarap (vinho verde) kaynaklarının sonuna
gelmiş bulunmaktayız. Bavul ticaretinde bir marka haline geldim galiba. Son
sefer Málaga’dan getirdiğim bir sulu boya takımının her rengindeki sarımsaklı
zeytinlerle evde yaşanmaz mekânlar yarattım. Bavulun hücrelerine sızan sarımsak
kokusu ile şu an evin en sevilmeyen elemanıyım. Yola Sofya’dan getirdiğim enfes
bir dark beer olan Stolicno Bock’la devam ediyorum. Mina Urgan okuyanlar bilir.
İyi yemek ve içmek hayatın can damarıdır. Son paranızı verseniz de bir
“delicatessen” onu löpürdettiğiniz parkta sizi mutlu eder. Hamburger
ısmarlayanlar uzak durdum hayatım boyunca. (Eki eki, senede bir Kızılkayalar’ın
yanındaki -malum Gezi’den beri Kızılkayalar’ı protesto formundayız-
hamburgercide ıslak hamburger yerken görülüyor olabilirim. Tanımazdan
gelirseniz sevinirim.)
Ülkeye bak, olm. Lunapark. İspanyolcası:
Parque de atracciones. Hah, tam ondan işte. Yer gök atraksiyon! Lunapark’taki
“luna”da da “deli”ye gönderme var zaten. Kısmen “deli parkı” demek kelime.
Törkiye. Gel, buradan yak. Darbe teşebbüsü gecesi beni telaş içinde arayan iki
millet: İtalyanlar ve İspanyollar. Bence dilleri olduğu için millet sayılan
Sardinyalı dostlarım bunların başında geliyor. Hatta ve hatta 15 yıldır
görüşmediğim, kanlı bıçaklı eski Sardinyalı sevgilim beni annem ve babamdan çok
arayarak rekor kırıyor günlerdir. Sokakta görsek gırtlaklarız birbirimizi, ama
darbelerin gücü adına beni çok merak etmiş. Tanrı yere inse barıştıramazdı, TC’nin siyasi
ortamı barıştırdı bizi. Biletlerimizi almış Korsika’ya gidiyorken ayrılmıştık. Ben
ayrıldığımıza değil o zamandan beri Korsika’ya gidemediğime üzgünüm. (Bendeki
kalp bu kadar çalışıyorsa suç bende değil.)
Guareschi’nin enfes bir kitabı vardır. (Don
Camillo’dan tanırsınız onu. Komünist bir belediye başkanı ile bir papazın
acccaip eğlenceli hikâyelerinden ibarettir). Marito in collegio. “Koca Okulu” diye çevrilebilir. Türkçeye “Acele
Koca Aranıyor” diye çevrilmişti. Mirası kaybetmemesi için burjuva bir kızı
bahçıvanla evlendirirler. Romantik son tabii. Gül gibi âşık olurlar. Hayatta
iki hacıladığım kitaptan biridir bu. Saint Joseph’li bir yakışıklıdan alıp
üzerine yatmıştım lise yıllarımda. (Pişman değilim, bir daha olsa bir daha
hacılarım.) Limoge’da sıkıcılar sıkıcısı bir kongrenin aralarında okuyup
bitirmiş, bitince de hüngür hüngür ağlamıştım. (İnsanın Fransa gibi sıkıcı bir
memlekette gülmesi için tek bir sebep olamaz, o konudan ayrı). Bugün de
kahkahadan ağladık Meral’imle. Malum evliliğe prensip olarak karşıyız. Ama şu
anda siyasi çaresizlikten bir “marriage blanc” yapmaya hayır demeyiz. (Yunan,
İspanyol, Portekizli ve İtalyanlar.)
“Çakma evlilik”. Parası neyse verip, ruhumuza dokundurmadan tabii.
Parasıyla değil mi? Kuruma karşıyım. Bende o şans varken ben ikinci gün âşık
olurmuşum adama. Meral öyle dio. He he, süper verdiğim parayı da “drahomamı
geri ver lan” diyerek geri alırım.(Parayla o günü müteakiben Arjantin’e
kaçarım. Ben buyum. :P ) Şaka olm şaka, bu özgürlüğü sokakta bulmadık.
Yakın çevrem neden hiç aşk acısı
çekmediğim konusunda yıllardır şaşkın. Yıllar önce bir arkadaşımla aramızda
şöyle bir diyalog geçmişti.
-Çiğdem, sence neden
benim hiç unutamadığım bir sevgilim yok?
- Sen zekisinden ondan.
-Yok, bence ben öküzüm
de ondan.
Kimsecikler aslında öküz olduğumu anlamadan
bunu hemen bir tecahül-i arif ve hüsnü talile bağlayayım dedim. Tuhaf bir şey
oluyor bende. Kafamdaki çipi çeviriyorum ve ertesi gün yeni bir hayat başlıyor,
yeni heyecanlar doluyor, yeni kelebekler. “Nasıl yapıyorsun?” diyorlar. Bu
soruya verilecek cevabımın aslında bir kitap boyutunda olduğunu anladığım an
oturup yazmaya başladım. (Yok olm, “Nasıl Öküz Öldüm?” değil, ama ona uzak bir
şey de değil): “Aşk Acısı Çek(e)memenin
Eğlenceli Yolları”. Bir fark ettim ki aşk acısı çekmem gereken dönemde ben
fabrika ayarlarıma dönüp eskisinden daha eğlenceli bir hayat sürüyorum. Bu bana
doğanın bir oyunu değilse bir sebebi olmalı diye düşünerek saksının şartlarını
zorladım. Aslında farkında olmadan otomatikman yaptığım şeylerin aşırı bir
endorfin salgısı yoluyla bana şapşik bir mutluluk verdiğini fark ettim. İşte
bunun yollarını anlatan bir kitap yazıyorum. Bunu Endülüs’te fark ettik
Hande’yle. Velhasıl, hepinizi kurtaracak olan bu kitabı yazıyorum bu aralar…
Varsa bir hayır duanızı alırım okuduktan sonra :P
Enfes bir yemeğe götürdü beni Osmanlıca
sınıfından tatlı arkadaşım Nuray Hanım. “Midas’ın Son Yemeği”. SG İmalathane
nam enfes yemekler yapan bir mekâna gittik. Frigya Kralı Midas’ın son yemeği olduğu
düşünülen bir yemek sunuldu. Yapılan
Karbon 14 testi ile içindekiler çıkarılıp tarif hazırlanmış. (Bana bunlarla gelin, hamburgerle değil! ) Bir
de üzerine dönemin şarabını bulmuş Murat Yankı. Bu ziyafeti bitirdiği düşünülen
altın parçacıklı iksir ise yemeğin başında midemizi şenlendirdi. İksirin
orijinali bulunamayınca yerine bir Polonya likörü kullanılmış. Tam bu esnada
dağılayazdım tabii geçmişe dönüp. Neden mi? Şöyle ki:
Fi tarihi. Memo’ya Polonya’dan arkadaşları
Żubrówka yapmak için bir kit
vermişler. Spiritus ve Żubr otu. Żubr o bölgeye ait bir çeşit bizon.
Spiritus’ta o ot bekletilip yapılıyor. Spiritus dediğin de ispirto! Bir baktım
üzerinde 97 derece yazıyordu. Sahte toplu mezar yaptırmak zorunda kalmadan
şişenin üzerine baktığım iyi olmuş. Neyse ki yarısına su ekleme ve sayısız
turuncu bu suça ortak etme marifetiyle devasa şişelere kışlığı hazırladım. Bizon
otu akıl almaz bir şekilde gerçekten büyüleyici kokuyor. Turunçlarla karışınca
Meral’in tabiriyle tam bir “cennet kokusu” gelmeye başladı içkiden. O aralar
bir gün derste çocuklara Żubrówka’yı
anlatırken “Ah, evde yaptım, size de getiririm” dedim. Tam o akşam
Demirhan’larda parti var. Kaptım şişeleri gittim. Ahali bayıldı, shot üzerine shot içildi benim
Żubrówka. Ben de iki shot aldım.
Amanin! Evin yolunu zor buldum. Yatağa attım kendimi, kalkamıyorum. Koca bir
ordu içti, millet cin gibi, ben sefalet-ün sefalet-ün sefil-ün! Ertesi gün
ayağa kalkıp doktora bile gidemedim. Üçüncü gün çocuklar okulda görüp de “Hocam,
niye gelmediniz?” diye sorunca, “eki eki, çocuklar, size bir içki getirecektim
ya, hah işte ondan içip zehirlendim” demek zorunda kaldım ve karizmadan eser
kalmadı tabii. Düşünsene, az kalsın bana ayrılan mesleğin sonuna geliyormuşum.
Neyse ki o zamanlar YÖK alkole takmamıştı kafayı. Gözünü sevdiğimin Övropa’sı!
Fıçı bira var kantinde, saat 11 teneffüsünde bir tek atıp derse tekrar
giriyorsun. Zagreb’de üniversite içinde Rock bar var yaw! Birileri bizi çok pis kandırıyor, ama haydi
hayırlısı.
Yüzyılın sürpriziyle karşılaştım. Sürpriz
diye buna denir. Her şeyi değiştirmeye mail TDK’ya duyurulur. Pek ayrı, pek çok
sevdiğim bir arkadaşımla buluşacaktık geçen gün. Ofisine girdik. Oturduk. Ardı
ardına en sevdiğim şarkılar çaldı. Bir
baktım ki “Hoşça kal Milano, Hoşça Kal Aşkım” kitabımda geçen bütün şarkılardan
bir cd yapmış. Böyle bir incelik mevcut mu hayatta? Onlar da olmasa ülkenin
çekilir hali yok. Ben bu yüzden, incelikler yüzünden… Merve’ye de sonsuz selam,
bana hediye kolisi yapmış, Jane Birkin getirmiş.
“5 razones” (Beş sebep). Leziz şarkı! Hayat sana devam etmek için beşten fazla sebep
verirse, makine kendini zorlar”… Manu işte! Manu dinleyenleri ayrı seviyorum,
doğru. “Hayat sana katlanmak için beşten fazla o… çocuğu veriyorsa, makine gece
gündüz kendini zorlar”. Ben demiyorum, Manu diyor…
Bir sebebi buldum, Kalan dördünü arıyorum :P