Yok anacım, ben anlaşılamıyorum. Küçükken
de anlaşılamıyordum zaten. Aile fertlerinin hafızasına en köktenci şekilde
nüfuz eden bir anı da Beylerbeyi’nde dedemin devasa terasında saksılardaki
naneleri koparıp koparıp adamcağızın yanında biterek “Dede, nane?” dememdir.
Bin bir emekle ektiği nanelerin hunharca koparılmasından olsa gerek dedem bu
jestimden hiç hoşlanmayıp beni kovalarmış. Biri de çıkıp “yaw, bir dakika, bir
dakika. Galiba çocuk bize bir şey anlatmaya çalışıyor” dememiş. İşte böyle böyle
heba oldu çocukluğum. Belki de “Dede, al nane. Bir mojitonu içerim”, demek
istiyordum. Nerden belli? Hiç anlaşılamadım, hiç. Ama kardeşim üç kelime ile
kendini ifadeye geçtiğinde savunma sistemini daha hızla geliştirmişti. Çocuk
zeki tabii. Müzik röportajları yaptığım zamanlarda onu da götürürdüm. Çoğu
zaman bana ayrılan karizmanın o an sonuna gelmek demek olurdu bu. Gömerdi beni
oracıkta. Bir keresinde ben röportaj yaparken onu oyalamak için yedirdiğim
yemekleri çiğneyip yandaki masada oturanların dibine gidip ağzını açarak
göstermişti. (Tibet Ağırtan’dı söz konusu star, hiç unutmam). Magmanın dibinden
ona “Merve, ne yapıyorsun?!” dediğimde el-cevap hazırdı: “Aferin desinler diye
bekliyorum”. Hah, işte ben getirdiğim naneler için aferin desinler (ya da bir
mojitocuk versinler) diye bekleyemeden mangal körüğüyle kovuluyordum.
Ha,
bu arada mojito naneyle değil aynı familyadan “hierbabuena”yla yapılır. Güzel
Türkçemizde adı sanırım “kıvırcık nane”. (Botanik vokabülerimiz tavan yapmış). Daha uzun ve tırtıklı bir bitkidir. Çık sokağa
sor, “heee, nane bu leynnn” derler. 100 kişiye sorsan, aldığın 99 popüler cevap
bu olur. Amma velakin değildir ve mojitoyla yapılan naneden bir hayır gelmez.
Annem Küba’dan dönünce verdiği demeçte “Ayy, gece gündüz rom içiyorlar.
Kolayla, hindistancevizi suyuyla, tonikle…” Oradan bakılınca biz farklıyız
sanki: “Ayyy, gece gündüz leş gibi anason kokan bir şey içiyorlar”. İyi ki
annem yemek tarihi dersine girmiyor.
Yeni tatlar konusunda bağnaz ötesi
bir aileden geliyorum. Gezip yediklerimi
anlattığımda yüzünü marul gibi buruşturan annem “iykkkkk” diyerek bana daha da
cesaret verir. Kurban bayramında evde yaşanmaz mekânlar yaratan kendisi değil
sanki. Yaw, arkadaş, sen işkembeden çorba yapıp böbrek yiyen bir insansın,
akmayıp kokmayan salyangoza ağzını açıp diyecek lafın olmamalı bence. Kokoreç
yersin, ama lokum gibi yumuşacık, mis kokulu eşek etine “iykkkk”. Yıllar önce
yemek tarihi dersinde “Çin mutfağını anlatınız” sorusuna “pirinç” diye cevap
veren öğrenciyi düşündüm de, annem olsa daha eğlencelisini yazarmış aslında.
“Ayy, bu Çinliler gece gündüz pirinç yiyorlar!”. Hayatımın en travmatik
sahnesinde unutmak istediğim bir kurban bayramı var: Düdüklü patlamış ve
işkembe tavanlara yapışmıştı. Tavanda adeta bir Atlantis haritası oluşturan
işkembeler masalara çıkıp temizlenmiş, ama mutfak aylarca leş gibi kokmuştu.
Mutfağa giremediğim için anoreksik olmuştum. Dukan, Karatay, Taşdevri… Bırakın
bunları. İffet diyeti. Garantili sonuç.
What’sApp gruplarımız endorfin
salgılıyor. İşinden sıkılan bir arkadaşa iş teklifi getirdi bir doktor arkadaş.
“Ben Eko yaparken sen de teyzelerin memelerini kaldırırsın. Akşama kadar
kolumla meme kaldırmaya çalışmaktan sırtım ağrıyor”. Arkadaşın cevabı
“Kavrulmuş anasondan rakı yapmaya başlamışlar şu an Tekirdağ’da, ondan kapıp
geleyim o zaman.” Tabii, haliyle olay Trakya’da geçiyor. Ama meme kaldırma işi
iyi değil mi? Anacım, doktorların işi de zor. Memeleri paçalarına kadar uğramış
teyzelere Eko çekerken ne kol kası biceps, triceps geliştiriyorlardır. Zaman
zaman “teyze, şu memeyi şöyle bir tutuver” dedikleri oluyormuş. Bence o
memelerin altında Drahmi bile kalmış olabilir. (Heee, muhtemelen teyzeler
tarafından en sonra avro’ya geçildiği 2000 yılından beri kullanılmayan bir
parçadan bahsediyoruz ne de olsa.) Teyzem oraya sakladığı Drahmileri Ethniki
Trapeza’da (Merkez Bankası) bile bozduramaz gari. Uzun lafın kısası “son memeci”
aranıyor. (‘Son’ memeci, çünkü bu işi yapan görevlinin sonsuza kadar sadece bir
tanesine bile bakmak istemeyeceği garantisi var).
EKO mu? Ekokardiyografi. Kısaca kalp hakkında
bilgi veren kısa bir test. (Kardeşim hayatta sadece MR çekildiğini sanan
bendenizle gani gani dalga geçiyor. Bir keresinde gelen mesajdaki MR’ı da “Mister”
diye okumam ev tarihinde unutulmayacak. N’abayım, sağlıklıyım maşaaaalllah,
hastalıkla işim olmuyor yeavroom.
Terminolojiye hâkim değilim. Kişinin eko görüntüleri kişinin yapısından
dolayı iyi olmazsa ona da “ekojenik değil” deniyormuş. Tey tey… Eko çektirmeye
ise hiiiiç ihtiyacım yok. Yağları kazıyınca alttan kalp çıktı, olm. Sanırım
tıkır tıkır çalışıyor. Eko çektirsem sistemi çöktürür benim kalbim, yeaaaa…. Ekojeniğim
ben :P Siz yine de benim yapıp Yunan diline kazandırdığım kelimeyi sevin:
kardiyokleptoman. Kullanmayacağı kalbi çalana deniyor. Denmiyor, ama dense
sorun yok yani. Ben yaptım kelimeyi, kullanın, canlandırın. Mesela bir çöp
kadın yapalım. Adı Ayşe olsun. “Ayşe kardiyokleptoman. Hiç ihtiyacı olmadığı
halde kalp çalıyor. Çaldıklarını kötü günler için yastık altında saklıyor.
Yüksek yastık seviyor. Ayşe gibi olma”.
Hah, yandı bende devreler.
Fi tarihinde
eski mi eski bir sevgiliyle gece yolda yürüyoruz. Karanlıktan tatlı sarhoş bir
amca çıktı. Bana uzaktan “Don’t believe him!” diye bağırdı. Olay San Francisco
yokuşlarında filan değil, bildiğin Ataköy’de geçiyor! “Memleketim insanı da
iyiden iyiye delirmenin doruğuna geldi” diye gülüşüp geçtik. Sonra bir ortaya
çıktı ki adam haklıymış. Epeski sevgili ayaküstü 1000, oturarak 2000 yalan
söyleyebilme kapasitesine sahip bir arkadaşımızmış. (Adının doğru olduğundan
bile şüpheliyiz. Mesleği gölge yazarlık, devamını siz hayal edin). Böyle absürt
ötesi şeyler sadece ve sadece beni bulur. Sonra, ben neden roman yazarken
kurguya gerek duymuyorum? Hazır kurulmuş geliyor bana her şey :P
Seviyorum bu şehri. Bisikletini alıp vapura
biniyorsun. Adaya gidiyorsun. Bir bira içelim diyorsun. Oturuyorsun. Midye
dolmaları, kalamarlar derken sohbet uzuyor. Gülüp eğleniyorsun, sonra tekrar
bisikletine binemeden vapura binip eve dönüyorsun. Hastasıyım bu şehrin. Haa,
bu arada MFÖ’nün “Peki, peki anladık”ı “Hastasıyım” Ayhan Sicimoğlu’na
yazdığını öğrendim. Bence hak etmiş.
İlber
Hoca’nın en önemli kitabını bilirsiniz: İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı. Oturup
içinde bulunduğumuz şu günleri yazıp adını da İmparatorluğun en “Uzun” yüzyılı
koymak istiyorum. Yalan Dünya’da Selahattin’in yerlere kadar eğilerek sunduğu
replik var ya, “Bitmiyor bugünnnn”, hah, işte bitmiyor bu yüzyıl, bitmiyor
anacımm…
Haydi, biz Bologna’ya kaçtık. Bir doktora yapar geliriz…
Sorarlarsa Almeizer oldum ben… Yok, olm, bildiğin
disleksi olmuşum… :P