Eco’nun
ne kadar komik bir herif olduğunu unutmuşum. Toprağı begayet bol olsun.Sanırım
İstanbul’a geldiğinde İtalyan Kültür’de verdiği İtalyanca konferansta ona
sorduğum tek soruya cevap veremeyince bana sinir olup gani gani kıl
davranmasından mütevellit. “Bologna’ya gidiniz, Massimo Montanari’ye sorunuz”
dedi. Oysaki ben Bologna’ya gitmiş ve Montanari’yle görüşmüş, ona bu soruyu
sormuştum. Bunu da söyleyince Eco’yla aşkımız oracıkta başlayamadan bitiverdi.
Yeniden Bologna yollarına düşmeden bir Eco daha okuyayım diye Somon Balığıyla
Yolculuk’u aldım. Gülmekten karnıma ağrılar girdi. İsveç’ten alıp otelde mini
buzdolabına koyduğu, ona yer açmak için dolaptan çıkardığı her şeyin her gün
açıkta içilmeden ve yenilmeden görüldüğü halde kural gereği bilgisayara
kaydedilip çıkışta kendisinden dünyayı kalkındıracak kadar para istendiğini
acayip şeker dille yazmış. “Bir avukat istiyorum dedim, bana bir avokado
getirdiler” diyerek de İsveç halkının anlayışına noktayı koymuş. Neden ona
Stockholm Sendromu deniyor sanıyorsunuz? (Atina, Marsilya ya da Lecce Sendromu
değil?) İsveç çekilir bir yer olsaydı sendromun adı Stochkholm olur muydu hiç?
(Şükür mantık dersine girmiyorum).
Seviiiim koş, memleketin en iyi çevirmeni
ne hata yapmış bak! Editörlük ve çevirmenlik konusunda eline zor su dökülen
biri çevirmiş Eco’nun bu kitabını. Bir de ne göreyim! Frederick Barbarossa ile
Barbaros Hayreddin’i karıştırmış! Aradaki 400 yıl fark yetmiyormuş gibi,
millet, din, ülke, konum, görev farklarını da eklersen yanlış anlamak için
hayli çaba sarf edilmesi gereken bir kontekst. “Editör Uyuyor mu?” diye bir
kitap projemiz var. Ama yazdıktan sonra yanımıza çift tendonlu iki iri kıyım
zenci alıp İstanbul sokaklarında korunaklı dolaşmaktan başka çare kalmayacak.
Kitap çıkınca bir tek arkadaşımız zaten kalmayacak.
“Tanıdık yüzler görülünce nasıl tepki verilir”
bölümünde Umberto Amcam beni anlatmış. Yıllar önce New York’ta gezerken
kendisine gülmekte olan adam yaklaştıkça paniğe kapılır, ya şimdi “Ne haber?”
ya da “Bana sözünü ettiğin o şeyi yapabildin mi?” derse ne yaparım diye
korkudan kaldırımın karşısına kaçmaya çalışır. Ama çok geçtir. Adam onu
yakalayıp gülümser. Yaklaşınca fark eder ki tanıdık sandığı kişi Anthony
Quinn’dir! Yılladır aynı sendromdan mustaribim. Sık sık Beşiktaş’ta “Arkadaşım, ama nereden arkadaşım bilmiyorum”
diyerek durup dururken her gördüğümde heyecanla güldüğüm biri var. Gülümseyip
geçerken “Olm, okuldan değil, mahalleden değil, yayın dünyasından değil, müzik
dünyasından değil… Nereden arkadaşım leyn bu adam benim” diye düşünürken bir
fark ettim ki adam aslında Yalan Dünya’da kötü film yönetmenini oynayan Tuna Orhan.
Yalan Dünya izlemekten (ve defalarca yeniden izlemekten) oyuncularla nasıl bir
içsellik kurduysam oyuncuyu her gördüğümde (sonrasında arkadaşım olmadığını
anlamama rağmen) yeniden arkadaşım sanarak selamlıyorum. O da hiç bozmuyor sağ
olsun. Bir gün birilerinden çok pis dayak yiyeceğim, haydi hayırlısı… Hah, işte
Eco bunun çağımızın yeni kitle iletişim sendromlarından biri olduğunu yazıyor.
O benim işte.
Ahali sıcak iklimlere göç edince biz de
evde en yaşanabilecek mekân olan babamın yatağına taşındık kardeşimle. Dün gece
tuhaf bir şey oldu (ki yine ancak ve ancak bana olabilen şeyler kabilinden).
Rüyamda lenslerimi kutuya yerleştiriyorum, bir bakıyorum içinde başka lensler
var, yorgunluktan geberdiğim için hepsini bir kutuya tıkıp yatıyorum. O esnada
yanı başımda uyuyan kardeşim de dağ bayır gezip bana bir lens kutusu arıyormuş
rüyasında. Konserden gelip zıbardığım için yatmadan önce kardeşimle
konuşmadığım gibi lens kutusu meselesi hiç söz konusu bile olmadı. Telepatide
devrim yarattık galiba. Zaten yıllardır konuşmadan ne dediğimizi hissedip aynı
anda gülüyoruz. Lens kutusu ortamı cilaladı.
Yarım bıraktığımız kitaplar ve filmler
Alzheimer yapıyormuş, anacımmm. Beğenmediği her şeyi yarım bırakan bendenizin
sonu hiç hayırlı değil. Eti Balık Kraker reklamındaki balıklardan birini
oynayacak kıvama gelirim ben yakın gelecekte. Peki ya yarım bıraktığımız aşklar
da Alzheimer yapıyor mu aciiiba? Hiçbir şey doğası gereği yarım kalmaz tabii
ama, Alzheimer olmaktan iyidir bence. Sizin için söylüyorum, bende öyle dertler
yok.
Bir süre konuşmamayı düşündüğüm bir
arkadaşıma bunu söyleyince bana olanca kibarlığıyla “Sana hep bir telefon kadar
yakınım” dedi. Memlekette azalan cinsten kibar insanlar bunlar. (Ben olsam
“Allah belanı versin, haydi ciaoooo canımmm” der telefonu da şırrrakk diye
kapatırdım, yalan yok.) Kardeşimin buna yorumu: “Ne var bunda? Cenaze
Hizmetleri de bir telefon kadar yakın”.
Kitaplarını sayıp her yerde söyleyen bir
insan tipi var. Çok komik buluyorum bu tipleri. Her hafta bunlardan bir tane
çıktığına göre hayli kalabalıklar. Çok sayıda kitabım var, ama bir kere bile
aklıma onları saymak gelmedi. Bunlar metreyle kitap alanlarla aynı familyadan.
Ben şu anda sadece kitaplarımı silmekte bana yardım edecek arkadaşlarla
ilgileniyorum. Bir Balina Cif lazım bana. Bana yardım edecek sabırlı
arkadaşlara yeşil şarap, Mancha peyniri ve sürpriz yemekler vaat ediyorum.
İlgileniyorsanız ıslık çalın.
Ayyy, aklımı başımdan alan Almanın adı neydi?
Heee, Alzheimer’dı…