“Her yerde saç var, yerlerde saçlar! Kimin
bu saçlar!”… Hökömetin yeni Mekke saati uygulamasıyla günün aydınlık saatini
göremediğimiz günlerin sabahında el yordamıyla evden çıkıp kardeşimin
arabasında kısmen bu sesle uyanıyoruz. Her seferinde tam popom koltukla tar-ü
taze temas etmişken “Leynnnnn, annemmmm bu!” iç sesi ve korku efektiyle
irkilmelere doymadım. Ayyy resmen,
Sahibimin Sesi. Hem de sabahın köründe. Neyse ki korkulacak bir şey yokmuş.
Kalben’in yeni şarkısıymış.(CD’nin parası kaç bin defa dinlemeyle çıkar
bilmiyorum, ama ben yaşlandım albümde, o derece). Bir on yıl içinde “Bııııııktım bu saçlardan. Keseceğim o
saçları sen uyurken” repliğinin yarım asrını kutlayacağız. Kardeşim saçları
kazıtıp annemin en sevdiği çocuğu oldu durduk yere. Sütlü Nuri. Damatları da
kellerden seçecek korkarım. Temiz iş.
Ahvalimiz bu iken sabahın kör karanlığında, buz tutan camlar çözülmeden
“Her yerde saç vaaaaaar!” nidasının bende yarattığı travmayı hayal
edebilirsiniz kanımca. Gidelim Gaffur!
Allah
kimseyi Hande’nin diline düşürmesin. Biraz olgun bir beyzadeyi beğenmeye
kalkarsanız o anda sizi yok eder. Enrico Macias’ı beğenirseniz -misal- Mervemon
“Mezardan izin alıp gelmiş” der. Hiç girmeyin o işe. Tuna da bir Bulgar atasözü
paylaşmış: “Erkeğin üç safhası vardır: “Noel Baba’ya inandığı, Noel Baba’ya
inanmadığı, Noel Baba olduğu”. Pek bir yerinde. Bir de Klasik Filoloji
hocalarımızda Cengiz Çevik leziz bir Roma atasözü yazmış: “Yaşlıyken uzun süre
yaşamak istiyorsan, erken yaşlan”… Atasözünün de diline düşmeyeceksin bence.
Hatırlarsınız. Biricik hocam taksiye binip de taksiciye “Ben ölmeden şunu da
yapacağım, bunu da yapacağım” diye sayınca şöyle bir durup “Eee, fazla bir şey
kalmamış” demişti. Adamın o taksiden sağ çıkmış olması basit bir fizik mucizesi
diyelim.
Dünyada Noel Baba’nın dayak yediği tek
ülke olarak listedeki tek kişilik yerimizi kimselere kaptırmıyoruz. Leyn, ne
istiyon hediye dağıtan sevimli bir ihtiyardan. Onlar kurban bayramında gelip
senin koyunlarına tebelleş oluyor, danana giriyorlar mı? Ot Dergi’ya tatlı bir
Noel Baba tarihi yazdım. Düşünsene, üç koca mezhebin toplam iki farklı Noel
Babası da Türkiye sınırları içinde doğmuş: Aziz Nicolas Demre’de, Aziz Vasilis
de Kayseri’de. (Kayserililerin şehir adlarının Kayzer’den geldiğini öğrenip
gidip nüfus müdürünü dövdükleri gün gelse bende şaşıracak mecal kalmadı). Ortodoksların
Noel Babası olan Aziz Vasilis’in de diğeri gibi herkese yardım eden, fakirlere
para ve eşya biri olması Noel Baba imgesinin doğumunun sebepleri. Kapadokya
Rumlarında ise Noel’de bacadan indirilen sepetle hediye verilip karşılığında
zengin ailelerden altın, para alınması da Noel Baba’nın neden bacadan girdiğini
açıklıyor işte. Diyeceksiniz ki o geyik arabası neden uçuyor o zaman. Diyeceğim
ki magic mushroom etkisi. İddia benim değil zaten, en bana mikoloğumuz Jilber
Barutçuyan’ın yalancısıyım. Ren geyiklerinin
pek sevdiği, lakin insanlar üzerinde hayli güçlü halüsinasyon etkisi olan,
hatta zehirli olabilen Amanita muscaria’mış buna sebep. Kuzey Kutup dairesi
civarında sıkça görülen, Laponların
tüketerek trans haline geçme alışkanlığı edindikleri bu mantar türü Noel
Baba’yı uçuran hayalleri kurdurmakla suçlu yani. Haydi Noel Baba dövücüleri.
Yallah Laponya’ya. Bi gidin bakalım orada dövecek mantar kalmış mı? Haftanın protestosunu ateistler yapmış.
“Ateist Noel kutlamaz”. Hayli sarkastik. Bayıldım. Hey ataizzzler… Bu da mı
tesadüf?
Yokluğunuzda
hiç kitap okumayıp Anvers’e gittik. Bu sürede de okuduğum tek kitap fiyakalı
bir Anvers rehberi oldu. Çünkü bir geleneğimi yıkıp şehri mal beyanı gibi
gezdik. Günler öncesinden listesini yaptığım hiçbir şeyi görmeyerek bir ilke
imza attık. Şapşik şapşik şehri gezmek, deli deli dolaşmak ne tatlı şeymiş
arkadaş. En sevdiğim ressam olma
unvanını asla yitirmeyen Brueghel’in enfes tablolarıyla dolu Güzel Sanatlar
Müzesi’ne gidemedik. Çünkü elleri dert görmesin restorasyon nedeniyle
kapatmışlar eşşşek kadar müzeyi. AKM kadar sürmez tabii, ezelden ebede. Rubens’in evinden 100 metre uzakta kalmamıza
rağmen müzenin kapandığı saatte yetişmeyi başardık. Onu da göremedik.
Salamanca’da sinemaya adını veren ve hiçbir İspanyolun asla telaffuz etmeyi
başaramadığı Van Dyck’in tablolarını da göremedik. (Fan Dik yerine İspanyolca
Ban Dik derler, kahkahayı yüzlerine püskürmemek için başka yere bakarsın.) Göremediklerimizin
listesi uzun.
Ne mi yaptık? Schelde Nehri kıyısında kar
makinalarında fotoğraf çektik, şatoya doğru oturup kutsal belediyenin koyduğu
dev sobaların kenarındaki banklarda amip gibi genişleyip bol baharatlı sıcak
şarap içtik. Noel pazarlarında postu deldirmeden gezdik, patates ülkesinin
çıtır patateslerinden yedik, ahşap barlarda biraya bira demedik. Kasteel
birasının rouge’una gark olduk, velhasıl vişneli biraya doyduk. Gazoz gibi
içerken biranın 8 derece olduğunu unutup bardakları ardı ardına devirirsen evi
haritada bile bulamazsın. Arpa suyunun bahrinde yüzdük. Biz at sırtında Anadolu
fethedeceğiz diye debelenirken adamlar manastıra kapanıp huzur içinde renk
renk, desen desen bira üretmişler: Averbode. Üretim tarihi 1134. Flaman resmi,
Flaman halısı da bir yere kadar. Ben birasına bakarım, arkadaş.
Hansel ve Gratel’den düşüp gelmişe benzeyen
dükkânlar arasında dolaştık, mango sirkesinden baharat yağlarına kadar her
şeyin tadına baktık, semt pazarı soyduk. Tatlı turuncu patates, enginar
kalbi, kök rezene alıp ziyafetler
çektik. Mangolar, guayabalar, çarkıfelekler, chirimoyalar bedavadan biraz
pahalı. (Bendeki cennet hayali malum: Ekvador’da sahilde döne döne chirimoya
yiyerek yaşlanmak. ) Deli Petro’nun heykelini de affetmedik tabii. Gemi inşaatı
öğrenmek için kılık değiştirerek bu suların limanlarında çalışan deli bir adam.
Hastasıyım. Küçükken Petro’nun günlerini
anlatan bir roman okumuştum: Floris. Milletin gemi yapan çarı var, adaletsiz
dünya. Bizde de gemicikler dünyası düştü düşe düşe.
Tam
bir Türk gibi Belçika’da İspanyol restoranına gidip İspanya’dan çıkıp dünyayı
saran Galisya’nın ağına takıldık. (Kuzey Kutbunda bile Galisya’dan çok
Galisyalı vardır.) Padrón biberlere, bebek kalamarlara ve pulpo gallego’ya (Galisya usulü ahtapot) yumulduk. Elma şarabının
şahını yapan Galisyalılar köpürtmek için yeni bir alet geliştirmişler. Masada
köpüklü elma şarabını kendin yapıyorsun. Galisya’nın dev hizmeti :P Galiçya
köylerinde, kasabalarında dolaşırsanız barda ayaklarınız altında yalak
kıvamında bir tahta havza görürsünüz. Barmen sidrayı bir metre yukarıdan
köpürtmek suretiyle devasa bardaklara doldururken dökülenlerden sel olmasın
diye. Türkiye’deki Laz fıkralarının bir muadili de Galisyalılardır. Detaya
girmeyeceğim.
Semt pazarında domateslerin, soğanların
yanında kurulan şampanya standına ne demeli? Adamlar sabahın on birinde kurulan
kokteyl masalarında toplanmış şampanya içiyorlardı. Öleceğini öğrenince yapamadığı
her şeyi yaparak kilt giyip saçını sarıya boyayan Burhan Altıntop’u sabahın
köründe dans ederken nasıl hatırlamazsınız! “Hep kahvaltıda şampanya içmek
istemişimdir, sonunda gerçek oldu. Ohh, cızır cızır”. Valla adamlar cızır cızır
şampanya içiyordu pazarda. Arkadaş, yanlış topraklarda doğmanın da bir sınır
var, di mi?
Anneme fiyakalı bir araba alıyoruz. Üç
harflilerden bakıyor ihtiyar. Hayatımda
sadece iki araba hayali kurdum. Biri Transam, en sevmediğim ülkeyi boydan boya
geçmek için üretilmiş Trans America. Vardı bir numune, Bahçeşehir’deki evimin
önünde park ederdi hep. Sahibiyle tanışamadım. (O da beni tanısaydı kesin çok
severdi. ) Diğerine gelince yeryüzünde sadece ve sadece 1 (yazı ile bir) yıl boyunca üretilmiş ve satışı durmuş.
Arabadan ne kadar anladığımın en güzel kanıtıdır o cabrio. Arabasını park
ettiği yeri unutup eve başka yoldan dönüp ertesi gün kapı önünde araba
olmayınca polisi arayan bir kadınla karşı karşıyasınız. Velhasıl bu hafta galeri
galeri dolaşırken pek eğlendik. “Nasıl bir araba bakmıştınız?” sorusunun tek
cevabı var bizim ailede: “Bagajı böyüük ossun”. “Binek araba mı arıyorsunuz?”
Yooo, biz aslında bildiğin inek araba arıyoruz. (Fifi-İsmail ikilisi
Antalya’dan dönerken bir çuval Afyon patatesi, Uşak’tan volüm hesabı yapmadan
battaniye, çift haneli rakamlarda kangal
sucuk, bilumum iç Ege ve İç Anadolu’nun şanlı yiteceklerinden alır, kardeşimin
vecizesiyle “Bi Denizli horozu almadık” kıvamında eve dönerler. Yani ailecek
Antalya’dan dönüyorsak, yani arkayı ikilemişsek (babamın kucağına aldığı ve
üşenmeden 700 km taşıdığı ailemizin 5. üyesi fesleğen ile birlikte) Fifi ile
İsmail bizi yolda görecekleri bir çuval Çumra kavununa ya da bir kasa Bursa şeftalisini
sığdırmak için oracıktaki en yakın camiye bırakmaktan çekinmezler. Bizde böyle.
Yersen.) “Bir arabadan beklediğiniz nedir?” Bugüne bugün bir galeride
kulaklarınız maruz kalacağı ilk soru. Beklentimiz? Minimum 110 beygirde 110.000
beygirin aynı anda yiyebileceği yemeği ezilmeden eve getirmesi. Yani, aslında
yoktan seçmeli: Bence BMC!
Bugün
de İstanbul’da çıldırtmadık galeri bırakmadık. Sonunda bir tane seçebildik
Fifi’ye. (İffet’!in aile boyu adı). Notere gittik alım işlemleri için. Noter
Fifi’yi görmek istedi. Bir an başlık parası filan veririz de kurtuluruz diye
çok heyecanlandım. Ama niyeti ciddi değilmiş. Yüz görümlüğü için istemiş. Meğer
en son İsa’nın vaftiz olduğu suyla yıkanmış olan sürücülerin meleke kontrolü
için noterin yüz görümlüğü gerekiyormuş. Huzura çıktık. Görüntüden ikna olur
gibi olduysa bir iki soru sorma gafletinde bulundu. Sonunda soruyu bile
sormadan cevabı alınca, ben dayanamayıp “Arabaya binince mola vermeden Çin’e
kadar gitme yetisine sahip tek dişi mekanizmadır” demek zorunda kaldım. Noter
de sadece iki cevapla cümle melekeyi kontrol edip “Anladım zaten” dedi. “Olm,
daha hiçbir şey anlamadın” diyerek şansımı zorlamadım. Ama az kalsın
emekliliğinin derinliğinde anneme noter şoförü olarak iş buluyorduk.
Ne
güzeldir Noel kutlaması Övropa’da. Tüm sülale bir masada toplanır öğle vakti,
saatlerce yer içer, gece yarısının ötesinde yemekten telef olunca biter
kutlama. Roma şenlikleri gibi, sadece boğaz gıcıklamak için tüyleri eksiktir.
İspanya’da tamamen Araplardan kalan tatlılardır Noel tatlıları. Akıl durdurur tattaki
alfajor, polvorón,… Off, ya o badem
ezmeleri, ki şampanyanın en değişilmez eşlikçileridir. İtalya desen keza… Bir
panettone, bir pandoro… Hepsi pane(ekmek)’ten çıkar. Dünyanın en büyük yemek
tarihçisi Massimo Montanari’nin dediği gibi ekmeğe şeker koyarsan bayram
yiyeceği olur. İşte Pandoro (pan d’oro: altın ekmek) onların kralıdır. Mesela
benim yakın arkadaşlıktan anladığım şudur: “Alo, Hande, pandoro’m duruyor mu?
Geliiim mi?” Noel dediğimiz şey aslında mide fesadından başka bir şey değildir.
Şu anda bir daha içmezsem ölmeyeceğim bir 16.
yüzyıl Belçika birası olan Trappistes Rochefort birası içiyorum. Blog
yazılarımdaki alkol oranı yüksek versiyonları okuyup beni alkolik sanan tek
hücreli mekanizmalara sesleniyorum: Haftada bir içiyorum, içince de yeni tatlar
deniyorum. İçtikçe güzelleşip yazıyorum. Milli içeceğim çay. Bir sosyal içerik, hep birlikte içerik,
topluca içerik durumu değil, tamam mı amipcan?
Erkeği
bilmem, ama kadının kalbine giden yol kesinlikle mideden geçer. Kesin bilgi.
Yayalım.