-Merve, gelirken bana simit al.
Bi dakika, bi dakika, açıklayabilirim.
Sandığınız gibi değil. 20 yıllık dostum,
Almanca öğretmenim Nurten Hoca’nın evinde mahsur kaldım. (Mahsur kalınacak en
muhteşem yer. Kahve, kitap, fıkra, taze börek.) Bugün de toparlanıp eve gelmeye
çalışmalarım pek başarılı sonuçlanamayınca deniz otobüsü çıkışı karda popo üstü
çakıldım. Beni kollarımdan tutup kaldırdılar. O esnada arkadan bir ses:
-Apla, göççük
adımlarnan yürü.
-Ay, küçük adımlarla
yürüyorum ayol.
-Yoh, ben gördüm,
böyyük adımlarnan yürüyordun.
Bu
ülkede sıkılma şansın yok. Sanırsın 80 milyon çekip çekip dolaşıyoruz. Her daim
bir atraksiyon, her daim bir şenlik. Eh işte, zamanında
Çekoslovakyalılaştırabilselerdi bizi, şimdi karda düşmeden yürüyebilecektik.
Norveçli miyim ben be güzelim, düşmeden yürüyecekmişim karda. Hal böyle olunca
da çanağı dağıttık tabii, oturamıyoruz. Acılar içindeyiz. Karları küremeyen
belediyeye selam olsun. E, bu durumda sonuç: Merve’den simit istemek. Aylarca iğnelerimi yaptıktan sonra bana “abla,
yüzüne hasret kaldım” dediydi bi zamanlar. Hah, biz şimdi yine o günlere
döndük, iyi mi! :P
Kardeşimin her bize gelişinde ısrarla beni
evde bulamayan arkadaşı Mustafa “Merve, sen ablanla kaç yaşındayken tanıştın?”
demiş. Le Mustafa: 12 points. Koptum
vallahi. Haklı çocuk. Cevabı verdik kendisine. Kardeşim benimle Facebook’ta
tanıştı. Ama tanışınca daha önce bizim evde beni bir-iki kere gördüğünü
hatırlar gibi oldu. (Muhtemelen mutfakta, muhtemelen gecenin 3’ünde buzdolabının
kapısını açarken). Ben de bazen kendimi evde bulamıyorum. Ben aslında yoooğum. Annem
yanlışlıkla eve geldiğim zaman “Oh, maaaşşaallah, evin yolunu bulabilmişsin”,
diyor. Yolda giderken evi kolay bulayım diye yere bırakacağım kurabiye
parçalarını herkesten önce kendim yiyeceğimi bilmesem bu yöntemi kullanacağım
ama sonuç tahmin ettiğiniz gibi.
Nurten Hoca’nın yatak odasında 24 saat
klasik müzik çalan bir aygıt var. Sanırım klasik müzikle beslenen yataklar daha
bir yumuşak oluyor. Havasından mıdır suyundan mıdır nedir onun evinde hep prenses
gibi uyuyorum. Velhasıl dün gece rüyamda
bir Yunan adasında mahsur kalıyordum. Beni bir Macar tarihçi dostum
kurtarıyordu. Gerçekte olsa beni Yunan adasında mahsur kalmaktan kurtaran
arkadaşın ellerini kırarım. Rüyaya bak, olayda Törkiye’nin kırıntısı geçmiyor.
Nasıl bıktıysam artık, medeniyetle rüyalarda kavuşuruz durumu.
Bana Brugge anılarına anlatacaktı Umur, o iş
n’oldu sahi? Yaş ortalamasının 398.6 olduğu bir kentte ne anısı varsa artık.
Anılarının yaş ortalamasından korktuğum için olsa gerek nefes almadan 4 (yazı
ile dört) saat konuşarak buna izin vermedim. “Tam tedavi edilmelik, ama etmeye
kalkan psikoloğunu da beraberinde delirtecek” biriymişim. Dilleri dert görmesin
:P “Facebook’ta profil fotosu olmayan anne” sendromu ortak derdimiz. (Siz
Facebook’a yeni girip gece gündüz video seyrettirerek iman gevreten anne
sendromu nedir bilir misiniz? Uzaklaştırın bu anneleri Facebook’tan gözünüzü
seveyim.) Pek eğlendik. Beni de iki
birayla konuştur, 10 birayla susturamazsın anacımm :P (Orijinali Yusuf Hoca’nın
olup “Bana da beş kuruş ver konuştur, on kuruşa susturamazsın anacımm”
şeklindedir.)
Paris’ten roman kahramanım gelmiş,
keyfim pek bir yerinde. Bütün romanlarımın kahramanı Amanda. Aslen Aslı. Kendisiyle
aynı üniversitede çalışmaya başladığımız zaman (Teeee Neolitik Dönem) bir toplantı
esnasında ikimizin de masanın altında iki farklı ecnebi dilde gizlice mektup
yazdığımızı fark edince bunun uzun sürecek bir dostluk olduğunu
anlayıvermiştik. Bende akıl olmadığı için kendisi yıllar yılı bendeki akıl
işlerine baktı. 16 yıl önce Prag’da avcumuzda kalan son bozuk paralarla
işkembemizi dolduracak bir yer ararken meydanda içi Mao ve Lenin
fotoğraflarıyla süslü bir kafe görünce , “Hah,
işte burada bu paralar yeter” diyerek içeride hayatımızın kazığını
yememiz bizim turizm ve politika yanı sıra pek çok konuda başka takma akıllara
ihtiyacımız olduğunu göstermişti. Üzerindeki Çekçe yazıları anlayamadığımız
için “Leyn, zaten sadece 1 istasyon gideceğiz diyerek” aldığımız en ucuz
biletle bıyıkları yerleri süpüren bir görevliye yakalanıp adamın 90 ayrı dilde
cümleyi “Diese ticket für bagaj, animal, bambino” şeklinde kurmasıyla duruma
“havlamaya başlasak iyi olur” çözümünü getirmişliğimiz parlak zekâmıza bir
örnek teşkil edemez, biliyoruz. Salamanca’da
bir Yugoslav ve bir Japon ile paylaştığımız evde “Biri Bizi Gözetliyor”
çekilmediyse bunun kaybı sizdedir. Prag’dan çuvalla para verip aldığımız kadife
vals tuvaletlerini hiçbir yerde giyemeyeceğimizi fark edince üniversitede
maskeli balo tertipleme fikri de ikimizindir. (Sadece fikir olarak
kalmamıştır).
48
saattir kesintisiz olarak mazimizdeki kirli anılara gülmekle iştigal ettik. Bir
keresinde ortak bir arkadaşımızın İspanyol arkadaşlarına evde yemek vermiştik.
Adamların sigara içmesine sinirlenip sigara paketlerini camdan atmıştım.
Üstelik olay bizim evde geçiyordu. Babam komşudan sigara bulup misafirlerden
özür dilemişti. Korktunuz di mi? İçimdeki misafir sevgisi bambaşkadır. Küçükken
kuzenimin elbiselerini de camdan atardım. Eve gelen teyzemleri kovup
gitmediklerini görünce cebimdeki taşlarla kovmuşluğum da vardır. Lanet olsun
içimdeki misafir sevgisine. Bir gün uğra bana, yok hiç kötü niyetim :P
Hayatımda
gördüğüm en eğlenceli evdir Aslı’ların malikânesi. Kahkahası kendinden. Dört
kız, bir de çılgın ebeveyn. Sabahları erken kalkan diğer kardeşin gözüne
kestirdiği elbiselerini çalar. Sabahın ilk saatlerinde herkes birbirini arayıp
“Kırmızı eteğimi sen mi giydin?”, “Mor kazağımı sen mi çaldın?” şeklinde
sempati mi sempatik diyaloglar başlatır. “Nereden buldun” yasası evlerinde
çıksa, işin sonu gelmez. Evin ekstra zekâsı Elif sonunda soruna dolabın yanına
devasa bir kurbağa koyarak çözüm getirmiştir. Dolabın kapağı açılınca vıraklayan
bir kurbağa. Uzun lafın kısası, herkes olağan şüphelidir evde. İngiliz bir
arkadaşlarının onlara bulduğu isim kendilerine cuk oturur: Medici Sisters.
Nasıl bir macera dünyası olduklarını romanlarımda anlattığım için sadece bir
tek örnek vermekle yetineceğim. Apartmanda kendilerini kızdıran herkesin
ortalıkta buldukları eşyalarını bahçeye gömme geleneğindeymişler. Durumu kısa
zamanda çakozlayan apartman sakinleri sakinliklerini kaybedince iş zavallı
kapıcı Ahmet Efendi’ye düşmüş. Adamcağız sabahtan akşama kadar bahçede elinde
kürekle arkeolojik kazı yaparken bir taraftan da onları camdan izleyen kızlara
yalvarıyormuş “Gızlaaar, gozünüzü seveyim söyleyin, nereye gomdünüz?”
Yemek Aslı için hassas bir konudur. Yan
sokakta herkese 2000 Avro dağıtıyorlar desen kılını kıpırdatmaz, Çin’de yemek dağıtıldığını
duysa seke seke gider. Bende de öyle çalışıyor mekanizma. Kalbime giden yolun
mideden geçtiğini beyan üzerine Esra
“Benim kalbime giden yolda çalışma var, mideden tali yol aldık. Artık adamları
nasıl dolaştırıyorsam ‘len, bu pankreastan daha önce 3 defa geçmedik mi?’ deyip
rotayı değiştiriyorlar. Mide sıkıntı bende” demiş. Gani gani güldüm. Bende mide
sıkıntı değil. Sıkıntı olan kısım börkenek. Hatta kırkbayır, işkembe, şirden
filan, hepsi sıkıntı :P Velhasıl şenlikli kızdır Esra. Tarih camiasında ne
kadar şenlikli hoca varsa bizdendir.
Yıllar önce çamaşır makinası almak için evden ayrılıp eve yepyeni beyaz
bir arabayla dönünce “İkisi de beyaz eşya” diyerek savunmasını yapan Nuri
Hoca’yı da ölümsüz kılalım lütfen. Candır. Dünyayı bu hocalar kurtaracak. Benim
hem yaşamasını, hem eğlenmesini bilen rengârenk arkadaşlarım var. Bu hocalar
çok çok çoğalsın.
Aslı’nın kardeşimin kardiyolog olma yolundaki
bitmez tükenmez macerası için yerinde bir yorum yaptı: “Sana kalp taksa Nobel
alır”. He, haklı. Merve de bölümü kazandığında ben sevinçten zıplarken anneme
“Bu salak niye seviniyor ki? Kalbi yok” diyerek noktayı koymuş sanmıştım. Meğer
nokta Aslı’nın cebindeymiş. He, bence de kalbe gerek yok. Bence ekstradan bir
mide yapsın bana. Daha faydalı olduğunda kaniyiz di mi? Ben zaten kalbimle
değil midemle seviyorum. Yakında kalp yok olup yerine börkenek, kırkbayır filan
çıkacak diye korkuyorum. (Kullanılmayan organ düşmüyor muydu ya? Bana öyle
dedilerdi. )
Neyse, uzun lafın kısası Nosce te ipsum, anacım. Kendini
tanı. Bence beni bırak, arkadaşımı tanı. Nasıl derler Latincede?
Kaşla
göz arasında Farsçaya başladım. Hem de ikinci kurdan. İki gün oturup çalışınca
geçmiş zamanda trip atacak seviyeye geldim. Biraz zaman verseler siyasi arenada
İran’a trip atıp itibarımızı koruyabilirim. Hatta şimdi de koruyabilirim. Farsça
“Sen kimsin ya?!” diyebiliyorum çünkü :P İki günde o biçim ilerlediğime
inanmayan Merve’ye kitabın ortasındaki bölümü okuyup çevirince aldım cevabımı: “Yaw,
kıza bak! Hayattaki bütün diğer fonksiyonları ancak kendini çevirecek kadar,
sadece dil fonksiyonu gelişmiş, o da sülaleninkine eşit.” Dağıldım gülmekten. Aslı
da test etti. Ne zaman annemin beni vuracağı bir şey yapsam ve bunu sadece Aslı
bilse “İffet Teyze’me gönderip altına da ‘Bir dost’ yazacağım” der. Bu sefer de “bir dost, çevir bakalım” dedi. “Çok
kolay”, dedim: “Yek dost”. Arkadaş, Farisinin tavla oynayan zevat için bir
zorluğu yok J
Dost’u bile çalmışız. “Taaa cehennemin dibi”ndeki “ta” da Farsçada “-e kadar”
demek. Leyn, edat çalınır mı? Onu bile araklamışız. Malum, çalmak bizde milli
spor. Nanemolla? Nân-ı molla, yani molla ekmeği? Olm, bu Farisi heyli hubbb
est!
Venustraphobia duydunuz mu hiç? Güzel
kadınlardan korkma hali. Venüs’ün Farisideki karşılığı Zühre. Yazık lan. Bize Venüs’ü
ver, ne anlarız, zührevi hastalık yaparız. Bizden romantik çıkmaz. Çıksa çıksa ara
eleman.
Haydi, gidin kendinizi çok sevdirmeden J