Kumrular’ın
Merve. ’89 yılında “Al, sev, kardeş” diye elime verdiler. Ev içinde kod adı Sütlü Nuriye idi. Ayy, sütlü
mü sütlü, ballı mı ballı yanakları vardır özenle sömürülesi. Geçenlerde saçları
kazıtmış, yoldan foto yollamış. Babama gösterdim, “Bu çocuğu tanıyor musun?” dedim.
Tanımadı vallahi. Oysaki 27 yıllık ev içi üretim olarak yaşıyor bizimle kendisi.
Saçları daha gür çıksın diye kazıtmış. Haliyle bundan böyle de adı Sütlü Nuri
oldu. Küçükken uyguladığım taktikten etkilenmiş olmalı. Saçları uzasın diye bebeklerimin
kafalarını kazırdım. (Bacak kadar çocuğun bu tip bilgileri hangi âlemlerden
edindiği ise halen bir gizem tabii). Bana yanlış tüyo veren büyüklerin
akıbetini tam olarak hatırlamıyorum. Hatırladığım bir şey varsa o da
lunaparktan aldığım taktiklerle daha çok dönsün diye bebeklerimin eteklerini
kırpmamdır. Ama ev ahalisi başlarına icat çıkarmama izin vermedi. Çok büyük bir
bilim adamı olabilirdim. Fizik konularını tam da anlamamış olabilirim, ama bir
şans daha verselerdi anlardım kesin.
Bu arada geçen yüzyılın ortasında çocuk
olan annemin de beğenenlere makasla elbisesinden kestiği parçaları dağıtması ailemizin
neden hâlâ eğlenceli bir kurum olduğunun cevabı değil mi? Çünkü dünyaya gelen
büyüyor, ama bizim eve gelen çocuk kalıyor, anacımm. Evde herkes çocukluğunu
bedelli yapmış meğer. Geçen gün 27 yaşına demir atan kardeşim eve elinde
kocaman bir kutuyla geldi. Çalışma masamın üzerinde sömürge imparatorluğunu
kurarak TOKİ (Tombul Ortaklar Kooperatif İşletmesi) kadar bir televizyona yer
edindi. İlk gün bir Fellini filmi izleme girişiminde bulundu. Nerden bilirdim
ikinci gün fabrika ayarlarına döneceğini. Meğer televizyon ön akınmış. Ertesi
gün gelen koca kutunun içinden PlayStation çıkmaz mı! Bunu müteakip gün salonda
ne göreyim! Merve kendisine eküri bulmuş, babamla kurulan tarikatta Barça-GS
maçı oynuyor! Sosyal medya Merve’nin bu yeni kıvamını pek beğendi, bense AntiPlayStation
savaşımda saat 1 kadar yalnız kaldım. En çok da Engin’e güldük iki kardeş: “Ben
de çok tepkiliydim ilk başlarda, ama kardeşim eve getirdiğinde Rabia işareti
yapınca önce bir şaşırdım. Sonra Play Station 4” demek istediğini anladım.
Şimdi ben de oynuyorum J”, demiş. Elçin de “Yakında sen de
sıraya girersin” dedi. Çoktan girdim bile. Annemin açtığı sıranın arkasındayım.
(PlayStation’ı camdan aşağıya atma sırası). Şu anki durumum: Yapayalnız
kalacaksın gecenin ortasında.
Asabiymişim. Dışarıdan anlaşılmıyor
tabii. Gastrit gibi. (Yıllar önce şekersiz çay içen bir öğrencime “Gastrit
olursun” demiştim de almıştım cevabı: “Olsun hocam, o dışarıdan görünmüyor”
demişti. ) Bir gün Salih Bey’le (Güney) makineden bilet alıyorduk. Makine sağ
olsun biraz yavaş hareket edince ben de yavaş hareket eden nesnelere karşı
biriken sinirle gözler dönmüş, artık makineye nasıl baktıysam Salih Bey o
ifadeyi unutmamış. Aradan günler geçti, başka bir gün yemekten kalkıp
ayrılırken ben hayli uzaklaştıktan sonra arkamdan el sallayarak “Özlemmm” diye
bağırdı, “Makineye kafa atmayı unutma!”. Sizde yemek bitince “Haydi müzeye
gidelim” diyen arkadaş var mı? Bende var. Sayesinde unuttuğum eserleri yine
yeni yeniden görüyorum. İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde kapalı kapılar ardında
kalan Sidamara lahdinin halka açılmasını da ona borçluyuz. Salih Bey, yaşam
sevincim.
Vağarşak
Bey haklı olarak soruyor: “Türkiye’ye girerken vize soruyorlar mı sana?” Bir de
90 günü geçmiş miyim diye pasaportumdaki damgalardan günleri saymaya çalışan
havaalanı görevlileri var ki işleri pek bir zor. Arkadaşım sordu “Ne
yapıyorsun?” , “Evdeyim” dedim. “Tam olarak ne zaman girdin?”, dedi. Haklı. Elime
son blog aldığımdan beri şu şehirlerde amip gibi yayılmışım: Bologna, Floransa,
Padova, Parma, Casablanca, Marakeş, Essaouira, Mexico City, Guanajuato, Puebla,
Retimnon, Iraklion, Cagliari, İzmir, Lefkoşa, Girne, Gazimağusa, Cezayir,
Becaye, Madrid, Salamanca, Ledesma, Manisa… Bir oturabilsem, size neler
yazacağım. Osmanlı tarihinde bir yarıtanrı olan hocalardan biri benim için
sorulan “Neden evlenmiyor?” sorusuna, “Bir oturabilse evlenecek” demiş. Gani
gani güldüm, bayıldım. Bologna’dan başlarım anlatmaya haftaya…
Velhasıl her şeye rağmen bizim ev gibisi
yok. “Eşşşek kadar oldun, hâlâ annenin oturuyorsun” diyenlere günde 1000 avroya
bizim evde 24 saat eğlenme imkânı tanıyorum. Bu kampanyadan yararlanın bence. Kendi evimde kitaplar yaşıyor zaten,
oksijenimi yiyip bitirdiler. Bir de evde sıcak yemek olduğu için hâlâ Kumrular
Malikânesi’nde yaşadığımı sananlar var ki onlara cevabım da evde bugün annemle
babam arasında yaşayan diyalog:
-Ayyy, inanmıyorum
İsmail! Özlem ilk defa benim yemeğimi yedi.
-Yoo, ilk defa değil,
geçen sene de bir kere yemişti.
N’apsın
İffet? Rakipleri büyük. Meral’in dünyanın ve memleketin dört bir yanından
taşıyıp elleriyle yaptığı yemeklere, kuru dolmalara, gnocchi’lere, aşkla
taşıdığı galaksinin en güzel tatlıları casata’lara, Murat’ın ahtapot, jumbo
karides, karides, kalamar ve en sevdiğim haşerat-ı bahriyeye attırdığı taklalara,
yaptığı alla italiana fesleğenli Şam
fıstığı ezmelerine, 10 derecelik Belçika biralarında kabaran hamsi
pofuduklarına yeniliyor tabii. Yenilmesin ne yapsın! “Safran var mı?” diye
sorunca “Ne demek safran var mı? Var tabii,” diyen erkek varmış ülkede. İstanbul’un
iaşesi gibi evi: Trabzon’dan yağ, Sofya’dan Kaşkaval, Edremit’ten zeytinyağı,
Belçika’dan kuvertür çikolata… Annemin en klasik replikleri: “Ayy, ben
yapıyorum yenmiyor, komşu yapınca tatlı geliyor” (Anne, sen yeşil elmalı
ahtapot yaptın da biz mi komşununki daha güzel olmuş, dedik? Anlamadım ki!).
“Pis pis şeyler yiyorsunuz sokakta, benim mis gibi yemekler yenmiyor” (‘Pis
pis’ dediği soya soslu, sarımsaklı jumbo karidesler değildir inşallah. Ama
‘etli bamya’nın bana hiç de mis gibi gelmediği kesin. Velhasıl bamyadan haz
etmem. Osmanlı’daki Bamyacılar-lahanacılar rekabeti bizde de mevcut. “Lahanaya
kuvvet, bamyaya lezzet” tarihi tezahüratıyla pek yakında Hipodrom’dayız.) Bugün
ölecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için yiyorum bu aralar.
Yakın tarihinde sadece kırdığı yumurtalarla tanınan (onu da tavanın dışında)
kardeşimin de bu âleme katılmasıyla yıllardır dişimden tırnağımdan
biriktirdiğim karizmayı da sosyal medyada 40 saniyede yitirdim. Eve bir geldim,
hatun kişi peanut butter yapmış! Tam da elimde bavulla evden çıkacağım,
kavanoza hafifçe dokunayım derken magmaya inivermişim. Ben son bir kaşığı da
ayıp olmasın diye numune bâbında bırakıp tozingen… Ertesi gün Twitter’da cenaze
namazım kılınmış: “Burada bir peanut butter olacaktı, n’oldu? #EviYeEvi” Kardeş
var, ister misiniz? Bende mecal kalmadı da. Ben ona bulaşmam walla. EKO
çekerken teyzelerin memelerini kaldırıp indirirken çok fena triceps, biceps
yapmış. Girmem ben o topa.
Biz Anvers’e midye yemeye, bira içmeye
gidiyoruz hafta sonu. Belki oralarda yenecek bir ev vardır…
Haydi biz kaçtık…