-Alo, anne neredesin?
-Himalayalar’ın
tepesindeyim.
Yok, ben aramadım. Annem aramış.
Himalayalar’ın tepesinden Türkcell çekiyor mu diye kontrol ediyordu galiba.
Yoksa açıklanabilitesi yok. Whatsapp seviyesinde iletişim kuruyoruz artık. Bir
anne için hayli advanced. Ama annem hâlâ gönderdiği mesajların başına “Özlem”
yazıyor. Anne, zaten bana yolluyorsun. Bitirirken de “annen” diyor. Mektup
effect’li whatsapp. Neyse, buna da şükür. “Ayyy, Özlem, Merve, bakın, bu
telefona bir şeyler oldu” cümlesi aile tarihimizden yavaş yavaş siliniyor.
Evet, annemi Hindistan’a yollamıştık.
Oradan da Nepal’e geçmişti. Ebeveyni yazlığa giden çocuklar gibiydik. Babam bir
western düşmanı olan annem yokken kovboy filmlerini 49874. defa izleyecekti.
Biz de Merve’yle “ayyy, yine bu pis şeyleri mi yiyorsunuz?” sınıfına giren
şeylerden bir koli alıp film takılacaktık. Nitekim annem film izlerken “bu
kim?” “şu nereden çıktı? “burası neresi?” tadında 5N1K’lı sorularıyla
heyecanımıza heyecan katar genelde. Ama
anne dediğin şey bir stereotip değil midir? Hayır, değildir. Bizimkisi herhangi
bir kategoriye giremez. Mesela sizin hiç Nepal’de tapınaktan düşen anneniz oldu
mu? Sizce kimin böyle bir annesi vardır memlekette? Bu sadece bizim aileye ait
bir lükstür.
Annem Nepal’de uçurumdan yuvarlanmış.
Hastaneye kaldırılmış. İki gün boyunca yatıp sonra da üç uçak aktarması ile
İstanbul’a ulaştı. Göz çukurundan bacaklarına kadar kırılmadık kemiği kalmamış.
Bunu da uçurumun kenarına gidip oturmasına borçlu. Ona sorsan “Buda tepti”. Milletin annesi halıya takılıp düşer,
kaldırımda yuvarlanır filan, değil mi? Benimki tapınağın uçurumundan yuvarlandı
ya? Ev sakinleri arasında normale yaklaşan bir tek üyemiz yok ve korkarım
olmayacak da. İyileşirken bile keyfi yerindeydi. İffet bu, uçurumdan düşmek mi?
Peh, o da neymiş.
Annem bakmazken yazıyorum size. Yoksa
“ayy, yine mi beni yazıyorsun internet’e” diyerek küsüyor ve 3 gün konuşmuyor.
Annemdeki internet kavramı geniş. İnternet onun için geniş bir pencere, uzay
gibi bir şey. Yazdığın yazı uzayda dolaşır gibi internette dolaşır. Geçen gün
Meral yemeğe geldiğinde “İffet Teyze, Özlem’in blog’unu okuyor musun?” dedi. Az
kalsın derim annemin kemerini süslüyordu. Ama neyse ki annem “internete
yazmıyorsa” sorun yok diye düşünmüş olsa gerek ki derimi yüzmedi.
Babamın kovboy filmleri iliğimize işlemiş.
Pazar sabah kahvaltıda biliçaltımıza işlemiş. Mesela bir kovboy güruhu gelip
yolda giden bir atlıya “Nereye gittiler?” diye sorarsa alacağı cevap bellidir: “Kuzeye”.
Biri de çıkıp sormaz, “Neden hep kuzeye,
arkadaş?” diye. Oysa Ferhat’ın da dediği gibi “Nereye göre kuzey?”. Kuzey yıldızı,
nam-ı diğer kutup yıldızı güney yarım küreden görünmez. Zavallı Arjantinli
kovboyları düşünsene. Yazıktır, günahtır.
İşi gücü bırakıp evden naklen yayın
yapsam, ömür boyu aç kalmam. Ailemizin yeni ferdi Mustafa. Ama ben çok partili
rejimden mütevellit onunla geç tanıştım. Geçen gün spor salonundan çıkıp karın
arşa yükseldiğini görünce bizim eve sığınmışlar. Ertesi gün de annemlere
sürpriz yollamış ince çocuk kargoyla Gönderen kısmına da “karda mahsur kalan
çocuk” yazmış. Annemle babam da Nemo hafızası etkin olmaya başladığı için zarfı
alınca panik olmuşlar. Evirmişler, çevirmişler. Bomba olduğuna inanınca babam
“sen uzaklaş, bari birimiz kurtulalım” demiş. (2 metre ötede patlamıyor sanki).
Sonra aşağı çöpe atmayı düşünmüşler. En sonunda bir cesaret açmışlar ve
Mustafa’nın gönderdiği nostaljik radyoyu görüp rahatlamışlar. En çok bombalı
paketi çöpe atma kısmına koptuk. “Tamam, kimya mühendisliğine gerek yok belki ama
bomba da çöpe atılır mı?” diyeceksiniz. Ya, öyle oluyor işte panikten. Bendeki
ezeli ve ebedi hırsız fobisi yüzünden nihayet eve teşrif eden hırsızın içeride
olduğunu anlayınca bloke olmaya meyilli aklımı da alıp komşuya oturmaya
gitmiştim. O an kısa devre yapmış. Sonunda Kevser Teyze bu saatte ne işim
olduğunu sorunca “Evde hırsız var da, gitsin diye bekliyorum” demiştim. Kafaya
bak. Kendinden dumanlı.
Bizim doktor arkadaşlar sayesinde tıp
bilgim gelişse, yine iyi. (MR’ı Mister diye okumuşluğum var, benden bir cacık
olmaz). Vallahi bu hasta yakınlarını onlar yazmazsa ben yazacağım. Amcanın
öyküsünü çıkarırken “Sigara içiyor musunuz?” sorusuna “Yok, almayayım” diyen
amcalar varken eğlenmeden duramazsın ki. Hele “Siz içeri girip soyunun” deyince
hasta yakınının içeri girip soyunmuş formatta beklemesine ne demeli? Yok
anacım, bu ülkede komedide ekmek çok. Doğu’daki hasta yakınlarının hastaneye
Ortaçağ orduları gibi geldiğini hayal etmekte zorlanmazsınız bence. Cümbür
cemaat gelip doktorun dediklerini akıllarında tutamayınca doktorumuz son çareyi
üç kişiyi köşede kıstırıp şunları söylemekte bulmuş: “Sen özneyi tut aklında:
‘kime stent takıldı?’, sen nesneyi tut: ‘stent’, sen de yüklemi hatırla: ‘takıldı mı?
takılmadı mı?’. Koptum! Levent Kırca’nın hasta yakınları skeci solda sıfır
kalır gerçeklerin yanında.
“Aşkın gözü kör olabilir, ama inan bana karnı
açtır…” (Özlemişim Malt’ı.) Hep açım ben malum. Hele bu aralar. Romantizm mi? İkinci kurdan başlasam diyorum,
ama seviyemin anaokulu olduğu iddia ediliyor. Anaokulundan terk. Rejim
demişken. Her gece eve geç gelmem konusunda Merve’nin yorumu yerle yeksan etti
bizi: “Millet rejim değişecek diye dertleniyor, bizimkisi çok partili rejimde
hâlâ”. Partiden partiye, anacım. Düşmeyeceksin diline.
Muhteşem bir proje var. Tatlı bir klip
işi. Adnan Abi heyecanla “Sen de Rosinante olacaksın” dedi. Sürç-i lisan feci
şey, Dulcinea diyeceğine Rosinante deyince ben de az kalsın role ısınmaya
çalışıyordum J
(Zaten böyle benim çok partili rejim başarılı olamazsa sadece Rosinante rolünde
çıkabileceğim hayatta zaten.) Pek güldük masada. Adnan Abi’nin babası dermiş:
“3 şizofren 1 kuruşa.” Bayıldım. Tam film adı olur bundan. Cebo da beni çözmüş.
“Öğrendiğin dile önce bir âşık oluyorsun”, dedi. Haklı vallahi. Farsçaya âşık
oldum. (Bir gün Çinceye âşık olacağım ve hayatım kayacak.) Ve Cebo masada son
noktayı koydu: “Bu şimdi masadan kalkar, eve bile uğramadan havaalanından Tonga’ya
gider”. Yok Cebocuğum, o annem.
Ya popçuların çeyrek asır, yarım asır
kutlamaları, haydi kutlamayı geçtik albümleri ne olacak? Git evinde kutla
kardeşim, aç bir prosecco, kutla edebinle. Bizim günahımız ne, bir de üzerine
albüm yapıyorsun? Bizi niye günahına müdahil ediyorsun? Bizi çeyrek asır zehirlemişsin zaten, neyin
kutlaması?
Bu blog “Ocak’tan beri yazmıyorsunuz”, diyen Burak’a
gelsin. Bana ayrılan bir 2017’in sonuna geliyormuşum blog’suz az kalsın. Ulusal
Kanal’da jübilesine denk gelmişim. Tüm kitaplarımı toplayıp sürprizli ekran
yaptığı için ayrıca teşekkürler.
Haftanın parçası Dr. Skull’dan “Rules for
Fools”.
Haydi dağılalım. Ben kuzeye gidiyorum.