20 Haziran 2010

HEY MAMBO, MAMBO ITALIANO!


Şu şarkıyı dinleyip de Perihan Teyze’yi hatırlamamama imkân var mı? Yok! Ama Perihan Teyze öyle ayaküstü özetlenebilecek biri olmadığı için ben konuya doğrudan Roma şehir girişinden dalıyorum. Çok sevdiğim bir dostumu, Elifçiğimi birkaç hafta önce bir İtalyan’a verdik. Haklısınız, bu bir kadının başına gelebilecek en güzel şey. Roma’da yapılan çılgın düğünün ardından bu gece İstanbul çıkartmasını da Büyük Londra Oteli’nin tepesinde güneşin şapkasını alıp kaçmaya çalıştığı saatlerde tatlı bir girizgâhla yaptık. Geçen bölümde anlattığım sebeplerden en mutlu bendim, ne de olsa Roma’da damat Mario’nun kuşkonmazlı makarnasından takriben bir kazan yemiş ve bu başarılı çalışmalarını takdir etmiş, devamını dilemiştim. Erkek evinin erkeği olup kadın eve geldiğinde yemeği yapmış, masayı hazırlamış olmalı. Bizde böyle. İşinize gelirse.


Hayatıma renk katan insanlardan biridir Elif. Kuyruklu yıldız gibi ışığını peşinde taşır. Işığına layık bir damat buldu. Efenim, böylelikle hayatımın en orta yerindeki kız arkadaşlarımdan İtalyan mandasını seçenlerin sayısı ikiye yükseldi. (Sevgili Pelin’le birlikte üç olacak bu yıl. Bütün kızlar Hak yolunu buldu vallahi). Bütün eniştelerim Akdenizli. Aslı bir Fransız’la evlendi. O çok mutlu. Ama biz değiliz. Çünkü enişte şarap içmiyor. Ne içiyor biliyor musunuz? Kefir. İtiraf edin ki komik. Karlı bir kış günü Hronis, ben, Hande, Maurizio cümbür cemaat evlerinde yemekteyiz. Thomas (eniştenin adı bu) masanın başına oturmuş, yanında bulunan zigona eğilmiş şöyle bir soru yöneltiyor bize? “Vatvuçyulayktudrink? Kola, fanta, ayran, kefir?” Kefiri duyunca “buraya kadarmış” diyoruz ve koyveriyoruz kendimizi. Alın bunun Fransız pasaportunu anacım. Bana verin o pasaportu, hakkını veririm şarap cinsinden. Ama her şeye rağmen Aslı’nın evliliğinin takdir ettiğim bir yanı var. Eniştemiz ayın iki haftası yurt dışında. Öyle ben de evlenirim. Oh ne güzel, davul gibi, ses ne kadar uzak, o kadar iyi.

Hande’yi ise bir Sardinyalı’ya verdik. Ne iyi ettik. Maurizio hem güzel içer, hem de enfes yemek yapar. “Ne yapar?” sorusuna cevap veriyorum: “Ne yapmaz?”. Evde elleriyle yaptığı incecik pizzalardan tutun da mürekkepbalığı dolmasına kadar o yetenekli ellerinden kurtulabilecek tek bir yiyingeç yoktur. Mutfak ondan sorulur. İspanya’dan pek bir kesin olarak döndüğümde Hande ve Maurizio iki yıldır evli idi. Ben İspanya’ya giderken bildiği tek Türkçe kelime “Hande” idi. (Ona da “ande” diyordu ya, neyse) Geri döndüğümde ilk telefon konuşmamızın ardından Hande’ye “Maurizio’ya selam söyle”, dedim. Hande hemen iletti. Fondan bir ses geldi ki akıllara ziyan: “Aleyküm selam!”

Elif’in sürpriz olarak tuttuğu küçük bir Roman orkestrasının bitirim şarkılarına İtalyanların şaşkın bakışları önünde çatlayana kadar dans edildi. Damat Mario da -şekilde görüldüğü üzere- göbek havasını hiç ıskalamadı. Haliç’e karşı şampanyalar patladı ve gece Andrea’nın dj’liğinde 80’lerin çılgın İtalyanca şarkılarıyla devam etti. Vallahi evlenmenin tek faydalı yanı bu herhalde. Ne zaman böyle renkli bir düğüne gitsem evlenmek ister, tam kapıdan çıkarken de hâlâ pek bir müzmin bekâr olduğum için şükreder, öyle kalmak için dua ederim.

Siz fala inanır mısınız? Bilmem, ama ben son zamanlarda istemsiz bir şekilde, ağzım ayran budalası gibi açık inanmak zorunda kaldım. Sapasağlam babamın bayram sonunda ameliyat olacağından, birkaç gün içinde yolda kimi göreceğime, sevgilimden ne zaman ayrılıp, onunla ne zaman tekrar birleşeceğime, yapacağım programlardan kitaplarımın geleceğine kadar her şeyi, ama her şeyi tam on ikiden isabet ettiren bir falcım var. Akla ziyan şeyleri tarihleriyle söylüyor. Aklınız şaşayazar. Her neyse, bana yakın zamanda bir İtalyan ya da Fransız’la tanışacağımı, akabinde çok büyük aşk, evlilik ve çocuklar olacağını söylemişti. O günden sonra tanıştığım her İtalyan ve Fransız’a potansiyel tehlike olarak bakmaya başladım. Hatta ortalık karışmasın diye her sene bir hafta ders vermeye gittiğim Napoli l’Orientale Üniversitesi’ne bile bin bir çeşit bahane üreterek gitmedim. Ama her şeyi löpür löpür bilen falcım müstakbel tehlikenin İtalyan olduğunu, ama Fransız da olabileceğini söyleyerek opaklığa gark etmişti beni. Tek duam bunun Fransız olmamasıydı! Oh, mon dieu! Sana yalvarıyorum beni kefirgen Fransızlardan koru.

Evet, Shantel’in tamgaz şarkılarından birinde kendimi kaybetmiş Yıldız Tilbevari şuursuzca dans ederken damat Mario bir yakışıklıyı kolundan tutup yanıma getirdi ve tanıştırdı: Leone. Bu damatlık durumu Akdeniz’de aynı. Damat, yakın arkadaşlarından birini kızın yakın arkadaşlarına kakalamak misyonuyla düğünde iki görüşmeler başlatır. Yedi sülale Romalı çıktı bizim Leone. Mario gibi mimar. Eski sevgilimin de Romalı bir mimar olması tesadüfü üzerine Aslıcığım olayı şöyle tanımladı: “New Times Roman”. Durun, daha bitmedi. “Ama altı yıldır Paris’te yaşıyorum”, demez mi? Falcının dediği hala kulaklarımda. “Haydi, iyi akşamlar”, deyip ufaktan kaçacaktım. Trevi çeşmesi yerine Allah bilir hangi çeşmeye attı paracıklarını Paris meydanlarında. Tehlikeli dedim ya, adından belli, Leone. O an evlenmiş, dört tane çocuk yapmış, eteklerime yapışan zırlak çocukların çekilmez korusu eşliğinde pilav yapmaya çalışırken gördüm kendimi hayal ekranında. (Anaaammm… Nazlı Eray’ın Rüya Ekranları Ormanı’nın, Kâbus Ekranları Ormanı versiyonu muydu bu yoksa?) Ödüm koptu. Kurduğu ilk cümleyi hatırlamıyorum, ama ikincisini duyunca bunun tanrılar tarafından benimle eğlenmek için düzenlenmiş bir oyun olduğuna inandım: “Ben evliliğe karşı değilim” diyordu, kulaklarım şaşıyordu. Git kardeşim, evlilikle arandaki sempatik ilişkiyi başkasına anlat. Ne ürkütüyorsun vakvakları. Filmin ilerleyen karelerinde derin bir sohbete dalmış, sonra da dansa vermiştik kendimizi. Bir Burhan repliğiyle durumu anlatmak gerekirse “Çoook tırsiyorum yeaaaavruuum”. Olur da fal çıkacak olursa edebileceğim tek dans “danse macabre” olacak. Ölüm dansı! Daha önce hiç yakışıklı bir İtalyan’la tanışınca böyle korkmamıştım doğrusu.

İtalya’yı pek bir yakından takip ederim. Özellikle de müzik dünyasını. Amma velâkin gözümden nasıl olup da kaçmış olduğunu anlamadığım bir grupla tanıştım bu gece. Hem de 80’lerin başında kurulmuş bir grup: CCCP. Şarkının sözlerine kulak kesilince hemen Leone’den sicilini aldım. Lirikleri duydukça inanamıyordum. “ A İstanbul sono a casa” (İstanbul’da evimdeyim) diye bas bas bağırıyordu vokal. Devamı daha da güzel: Mi sono perso ad Istanbul, e non mi trovano più (İstanbul’da kayboldum, artık beni bulamazlar.) Eski soundları özleyenler için ideal. İstanbul’u dans davet eden bu ballı şarkıyla geceyi bitirdim ve herkesten önce eve döndüm. Hey, kızlar. Kulağınıza küpe olsun. Mekanlara girin, parıldayın, ışığınızı bırakıp erkenden ayrılın. Faydalı bir harekettir 

Yolda kulağımda Ferreti’nin sesi hala yankılanıyordu.



“islampunkundpunkislam

punk islam punk islam

islampunkundpunkislam

Istambul tanz”



Haydi Arrivederci anacııım.