15 Haziran 2010

AŞKOLOJİDEN TOZLU SAYFALAR: OLASILIKSIZ

Erkeklerin çirkinini, aşkların imkânsızını severim. Ama kaderin ördüğü ağlar çerçevesinde hep yakışıklı adamlarla “mümkün” aşklar yaşarım. Çok sıkıcı. Harika bir adam varsa üç ihtimal vardır: Ya papazdır, ya gay’dir, ya da evlidir. Mesela hayatım boyunca hep uzun, kara cüppeli bir Ortodoks papazla evlenmek istemişimdir. Çok çekici değil mi? Düşünsenize süpermarkettesiniz, kocanız uzun cüppesiyle tepeleme dolu süpermarket arabasını taşıyor. Ya da yönetici akşam aidatı toplamak ve kocanızla akan dam konusunda konuşmak için geldiğinde: “Yorgo şu anda vaftiz yapıyor canım, elleri yağlı, gelemez”, diyorsunuz. N’olur, benim de başıma gelsin!


Henüz hiç kimseye cüppeyi çıkartıp sonsuza dek askıya astırmışlığım yok, ama umutsuzca âşık olmuşluğum çok. Yazı geçirmek için Selanik’e gitmişim. Haftanın beş günü Aristoteles Üniversitesi’nde Yunanca öğreniyorum. Annem canı sıkıldıkça arayıp “sakın zengin bir Yunan armatör bulmadan geri gelme” diyor. İşin acısı, ses tonuna bakılırsa, hiç de şaka yapmıyor. Ben de kalkıp “Anne, ben bir keşişe âşık oldum”, diyemiyorum tabii. Üstelik AB bile değil, Karadağlı. “Karadağlı bir ‘amatör’ buldum, işine yarar mı anne?” Tanrı ‘amatör”ü.

Çok âşığım. Elimde telefon dünyanın dört bir yanındaki yakın arkadaşlarıma mesajla müjdeyi veriyorum. Hülya’nın yanıtı olumsuz. “Yakışır, ama hızla irtifa kaybediyoruz!” Sırasıyla İspanya ve Yunanistan’dan sonra ikimizin de bir Macar sevmesinin akabinde Karadağ, AB çapında irtifa kaybı değil de, ne? (Çocuklarımıza bile hazır isim bulmuşken: Gaborcan ve Attilacan) Pesimistlerin piri Anna ise iki kelimeyle durumu özetliyor: “Mal futuro”, kötü gelecek, yani. “Aşk ayaklarımı yerden kesilmeli”, diyorum. Kızlardan yorum: “Bak ne güzel, bu sefer tam kesilecek, ruhani uçuşa geçeceksin!”

Çok âşığım, kimse tınmıyor. Şaka yapıyorum sanıyorlar. İşin acı tarafı baktım kimse aşkımı kale almıyor, ben de bıraktım ipin ucunu. Kendi halimle en çok kendim eğlenir hale geldim. Adı Athanasios. Hiç ölmeyecekmiş/ yarın ölecekmiş gibi öteki dünya için yaşayan bu halkın ahfadı Aynaroz’a girince eski adını bırakıp yeni bir ad alıyor kendine. Bu da bizimkinin ölümsüz âlem için seçtiği isim.

Aşk âlemlerinde rakip tanımam. Ama bu sefer rakip çoook büyük! Yine de kendimi bu kutsal amaca adıyor ve şansımı deniyorum. Athanasios her gün sınıfa uzun cüppesi, pelerini, gümüş kemeri ile bir Ortaçağ kitabından çıkmış gibi giriyor. Safi karizma! Pür-ihtişam! Saçları uçuşuyor. Teneffüslerde çaktırmadan yanına yaklaşıp sohbet ortamı yaratmaya çalışıyorum. Akşamları ne yaptığını soruyorum. “Oturuyorum” diyor. Umut yok gibi. Zorluyorum biraz daha. “Sadece oturuyor musun?” “Yok hayır, bazen yürüyorum”. İyi, yaşam belirtisi gösterdi. Kahve veren kız şaşkın dinliyor. Sokrat’ın diyalogları gibiyiz.

Bu hızla gidersek olmayacak. Hemen katalizör olarak devreye giriyorum, tepkimeyi hızlandırmak lazım. Kızlarla yürüttüğüm gizli operasyonlar sonucu “okul çıkışı kiliseye gittiği” değerli bilgisine ulaşıyorum. Teneffüste köşede kıstırıyorum haince. “Sen bu işten anlarsın”, diyorum. “Şehrin kiliselerinde gezdirsene beni. Ayografi manyağıyım ben”. Türkçe meali: en sevdiğim agios sensin yavrum, senin manyağınım. Ama anlamıyor bizim akılsız. Neyse ertesi gün, heyecanlı gün. Kırk küsür derece sıcağın eşliğinde, yanımda cüppesi yerlere, saçı beline uzanan bir papazla kilise turuna başlıyorum. İlk girdiğimiz kilisede mevcut tüm azizleri üçer defa öpüyor. Azize ikonası olup duvara yapışmazsam olmayacak bu iş. Kırk yıl yetecek kadar ibadet stokumuzu doldurup deniz kenarında bir kafede oturuyoruz. Allahım gör beni! Benim Yunancam onunkinden iyi olduğu için benden bir ricada bulunuyor: “Me diorthoneis?” (Beni düzeltir misin?) İşte bu! Seni düzeltirim, ama bir daha eski haline dönebilir misin, bilemem!

Sonra derin bir konu açılıyor. Ailesi aslında evlenmesini istiyormuş. Sonra hemen bana soruyor, “Sen neden evlenmiyorsun?” diye. Verilmesi gereken cevap: “Senin gibi akılsızlar keşiş olduğu için”. “Evlenmen lazım”, diyor. Verilmesi gereken cevap: “Yardımcı ol o zaman.” Ürkütmeyelim vakvakları diye “neden?” diyorum. Ve işte hayatımda duyduğum en güzel iltifat: “O kadar güzelsin ki, sana benzeyen çocuklar yapman lazım”. Verilmesi gereken cevap: “İşte senin tam bu noktada yardımcı olman gerekiyor”. Al işte, benim diyen çapkının gramatik olarak bile kuramayacağı bir cümle!

Bunu takip eden diyalog daha bir unutulmaz. Öyle demeyin. Kaç kişinin başına gelmiştir böyle bir vaka. Diyorum ya, şanslı kulum ben. Hayatım filmlerde bile yok. “Rahibe olsana sen!” Bir an kime diyor acaba diye Türk filmlerindeki gibi arkaya bakasım gelse de, hatırlıyorum, bir abzürd dramanın ortasında değilim, bu da gerçek. İşte burada içimden geleni hiç tutmadan yumurtlayıveriyorum: “Sen normal olsana!”… Anlaşmamız imkânsız: Onlar keşişhanede 12 kişiler, bir sokakta 15 milyonuz! O günkü ikili görüşmelerimiz hiçbir meyve vermiyor. Ama aşkımı duymayan kalmamış. Kızlar en ufak bir haberi koşup getiriyorlar. Dolayısıyla bunu takip eden haftalarda şöyle diyaloglar yaşanıyor.

“Özlem, dün Athanasios’u gördük.”

“Ayy, nerede?”

“Nerede olacak, kilisede!”

Bu arada değinmeden geçemeyeceğim bir vakaya daha şahit olunuyor sınıfta. Dersin ortasında birden çan çalmaya başlıyor. Hoca camı kapattırıyor rahatsız olmayalım diye. Ama ses hala aynı mesafeden geliyor. Herkes şaşkın. Bir sonraki karede Athanasios elinde telefonla dışarı çıkıyor. Hanginizde var kilise çanı efektli tune, bakalım!

Umutsuz bir aşk içindeyim. Aşkımdan Yunanistan yanıyor. Okul çıkışı eve gelip derin depresyona gark olmuş insanoğlu gibi televizyonun karşısında cayır cayır yanmakta olan ormanları, kasabaları, köyleri izliyor ve şuursuzca yiyorum. Hayatımda izlemediğim kadar Helen televizyası izliyorum o yaz. Reklamlarda ızgara satan adam bu işten emekli olacak.

Hafta sonları Niça ve Antoş’la sahil sahil dolaşıyoruz, ben her gittiğimiz yerde restoranlarda masaların tepesinde çıkıp dans ediyor ve ettiriyorum. Soruyorum kendime: Masaya çıkıp göbek atan bir kız ve bir keşişin aşkı nasıl bir ümit vaad edebilir ki? Mal futuro!

Onunla dolaşırken artık parmaklarımın ucunda yürümeye başladığımı fark ettim. London Tower gibi maşallah. Bizimkisi daha ziyade bir çam ağacı ve bir makinin aşkı. Ota boka küsüyorum. Athanasios diğer arkadaşlara gidip “küstü yine”, diyor. “Bu kadınları anlayamıyorum”. Dert yanıyor bizimkilere. O kadınları anlayamadığı için aslında en doğru yerde. Kadınları anlamayan herkes böyle yapsa buna keşişhane mi dayanır?

Yunanca hocasının sınıfa girince ilk kurduğu cümleyi hatırlıyorum, “Yunanca ilk 100 yıl zor, sonra kolay”. Bizim aşk ise bu dünyada imkânsız, öbür dünyada belki…