9 Haziran 2010

ÖZEL TARİHİMİN KARANLIK SAYFALARI, vol. II

YONTULMAMIŞ TAŞ DEVRİ




Eski sevgililerimden birinin babası, -her biri birbirinden deli üç tane çocuk adamcağızın sabır taşını çatlatınca- “dağıtın bu çocukları” diyormuş. (Keşke vakitlice dağıtsalarmış) Ama ben bir adet olduğum için babamın kızdığında beni dağıtma ihtimali sıfırın altındaydı. Kendisi zaten beş archangel’dan biriydi (Mikail, İsrafil, Cebrail, Azrail ve babam İsmail) Sonra babamı insanlara iyiliği öğretmesi için yeryüzüne gönderdiler. Neyse, babam küçükken beni dağıtmadığı için ben büyüyünce dizlerini bir hayli dağıttı, ama iş işten geçmişti artık.

Cilalı taş devri derken, en önemli devri atlamışız ayol: Yontulmamış taş devri. İşte ben o devrin çocuğuydum aslında. İçimde pusu kurup yaşayan vahşeti artık eşşşek kadar olduğum şu zamanda sempatiklikle kamufle edebiliyorum, ama eskiden öyle bir şansım da yoktu. Vahşi doğam maymun götü gibi açıktaydı. Evrensel bir saldırgandım ben. Tek ve yek başıma büyüdüğüm içün dış dünyayla bağlantı kurmak zorunda kaldığımda bildiğim tek kanunları uyguluyordum: orman kanunlarını.

Bacak kadar bir çocukken yaptıklarımın küllisini anlatıp sevgili okuru ürkütmekten ve yine o eski günlerdeki gibi yapayalnız kalmaktan korkuyorum, ama konuya şöyle zararsız bir intro yapabilirim. Dedim ya, çok yabaniydim. Ama pek de haksız sayılmazdım. Yaz gelince anneannemin terası cümle kuzenle dolar taşardı. Hepsi de benden büyük olduğu için denize girme lisansına sahipti ve ben evin yek çocuğu olarak babam tarafından rüzgârdan, yağmurdan, sudan, ateşten, nemden hastalıklı bir fobiyle korunduğum için sülale sepetini alıp plaja gittiğinde anneannemle terasta otururdum. Daha doğrusu o otururdu, ben ağlardım. Bir de mayolarını içlerine giyip “Biz doktora gidiyoruz” diye beni kandırmazlar mıydı! Çekilir dert değildi. Bit kadardım ama mayoyla doktora gidilmediğini bilecek kadar da ehli-i geri zeka mensubu değildim. Ahım tutmuş olacak cümle kuzenlerim hayatları boyunca türlü türlü hastalıklara gark oldular. Şimdi mayolarını giyip gitsinler bakayım o doktora.

Neyse efenim, dedim ya beni çeşnili yalanlarla atlatıp tırım tırım gezdiklerinden, hiç haz etmezdim onlardan. Anneleri onları yıkamak için banyoya soktuğunda elbiselerini balkondan elektrik tellerine atardım ki, alması mümkün olmasın. Zavallı dedem bildiği bütün küfürleri savurarak yün yumaklarla düşürmeye çalışırdı onları. Ah, işte çocukluğum en güzel anlarını donsuz gömleksiz kalan kuzenlerimin havlu içinde titreyerek elbiselerin telden düşmesini beklemelerini seyrederek geçirdim. Oh olsundu onlara.

Bizim evimiz de Beylerbeyi’ndeydi. Dolayısıyla kuzenlerle saç saça baş başa geldiğimiz anlarda bizi ringden alır (daha doğrusu beni kafese koyar) ve kendi evimize götürürlerdi. Teyzeler, enişteler, kuzenlerden mürekkep akraba kafilesi anneannemin iki evine de sığmayınca heyecan doruğa ulaşsın diye çocukları bize getirirlerdi. Gelmesine gelirlerdi, ama ben ve vahşi doğamdan ibaret olan gümrük kapısından geçmeleri mümkün olmazdı. Aynen duyduğunuz gibi. Geceliğini kapıp gelen teyze ve kuzen ekibini onlar apartmana yaklaşmadan kovardım. Sonra archangel İsmail zıplayan sinirlerimi yatıştırmak için beni parka salıncağa götürürdü. Hafızanızı zorlayın. Gecenin bir yarısı çocuk parkında kâküllü bir canavar sallayan bedbaht bir baba gördüyseniz, o bahtsızların piri İsmail’dir. Tam bir kinder surprise’dım ben. İçinden canavar çıkıyordu. Kindar surprise. Velhasıl içime giren şeytanın çıkartılması için götürüldüğüm parktan cebime taşlar doldurarak dönüyordum eve. Eh, bizim kuzenler de yokluğumdan istifade evde mitozla çoğalıveriyorlardı. Kapıdan usul usul girip onları bir taşa tutuşum vardı ki, Kumrular Ailesi hayatlarının hangi döneminde beni büyütmek için ormandaki ayılara verdiğini hatırlayamıyordu.

Biraz büyüyünce içimde yaşayan vahşi hayvan da benimle birlikte büyüdü doğal olarak. Aşk da içimdeki tehlikeli yabaniden nasibini almakta gecikmedi. Aşka karşı tavırlarımda hep birinci dereceden öküz olmamın mazisi ta o günlere gider. Anlayacağınız sonradan böyle olmadım, korkarım ben böyle doğdum ve ne yazık ki hiç ama hiç değişmedim. Evimizin önünde kurulan Perşembe pazarında bugün ne sattığını hatırlayamadığım Slav kökenli bir pazarcı çocuk umutsuzca âşık olmuştu bana. Yemyeşil gözleri, başak sarısı saçları ve o Slav karizmasıyla bile bir gram sempati kazandırmayı başaramamıştı bendenize. Beylerbeyi semt sınırları içinde mevcut tüm ağaçlara adımı, üstelik yanına kendi adını da ekleyerek çakıyla kazıması hayattaki ilk olmasa da en önemli aşk dersini alması için ilk adım sayılabilirdi. Sahilde, iskelede, parklarda, pazar sokağında, çocuk parkındaki tüm ağaçlarda reklamım yapılıyordu. Üstelik tek metelik ödemeden. Bu, kalbi doğuştan lokal analizle uyutulmuş biri için bardağı taşıran son damla olabilirdi. Öyle de olmuştu. Bu ağaçlardan sonuncusunun evimin on metre ötesinde olması, onu Vangelis’in bostanına giden yolda, şişko bir ağacın tepesinde elinde çakısıyla iş üstünde yakalamam için ilk adımdı. Oracıkta, korkmadan çıktığı ağacın tepesinde hevesle kazıyordu adımı. Üçüncü harfine gelmişti. “Bırak onu”, dedim. “Bırak, yoksa kötü olur.” “Olsun,” dedi. “Ne olacaksa olsun”. Ne olacaksa oldu. Yerden bulduğum bir taşı tüm gücümle havaya savurmam ve onu oracıkta, alnının tam ortasından vurmam bir oldu. Hayatım boyunca hiç bir dart tahtasında o başarıyı bir daha gösteremedim. Çocuğun yüzünden süzülen kanları görünce ossssaaat tozingen tabii. Bizim hakikatli Slav ise kılını bile kıpırdatmamış, hiç bir intikam peşinde düşmemişti. (Sülaleyi toplayıp Mostar’ı uçurmuş meğerse) O, o gün sanırım aşkın acı bir şey olduğunu öğrenmiş, ben de iktidar olarak ölene kadar aşka karşı cesurca yaşam sürme pasaportu kazanmıştım.

Macarca öğrenmeye başlayan herkese ilk önce öğretilen bir cümle vardır. “Jebemben çok kiçi alma van”. Türkçe mealiyle “cebimde çok küçük elma var”... Ben ise size bu gecelik şöyle diyor ve kendi kendimi imha ediyorum:

“Jebemben çok kiçi taş varrrr haaaaaa....”