17 Haziran 2010

GLAD TO EAT YOU ya da HRONOLOJİK BİR HATA

Erkeğin kalbine giden yol mideden geçermiş? Yalan! Bir kere, o yol nereden geçerse geçsin sonuçta o mekanizmada kalp namına bir şey bulmak biraz olasılıksız. İkincisi, yok eğer kalbe ulaşmak için bir umut yola çıkıldıysa da zaten midede (işkembe, kırkbayır, börkenek ve şirden komününde demeliydim hatta) otoyol sona erer: Bundan sonrası Güney İtalya’nın yolları gibi son 50 yıldır yapım aşamasındadır.


Şahsen benim kalbime giden yolun ilk durağı midedir. Güzel yemek yapan erkeklerin kalbimi fethetme olasılığı hep çok yüksek olmuştur. Yok olma tehlikesi altında olan bu türün son örneği olan mutfak prenslerini bulduğunuz yerde zimmetinize geçirin. Mutfağınızın demirbaşı yapın. Kepçelerin ve kevgirlerin yanına asın. Rıka!

Herkesin unutamadığı bir sevgilisi vardır. Kalbimin ve midemin kolektif hafızasına spatulayla bile kazınamayacak kadar yapışan, kardio-gastronomik amnesiye direnen sevgilimiz (ailemizin sevgilisi, babama da dedelerimizin köyünden kasayla şarap getirmiş, kaleyi içten de zorlamıştır) ise Hronis olmuştur. (Transkripsiyon canavarları Chronis olarak yazarlar). Hronis yaptığı geniş çaplı araştırmalar sonunda en zayıf noktamı öğrenip açılan gedikten kaleye kepçeyle girmeyi başarmıştır. Sihirli parmaklarının yanı sıra belgesel çekmek için dünya kazan, o kepçe gezerken en enfes tatları üşenmeden taşımıştır. Bu seyahatlerden dönüşünde hep aynı soruyu sormuşumdur, “Gördüklerin sana kalsın, yediklerini anlat. Hatta çuvalı aç!” En unutulmuş köylerden sandık sandık şarap, İsviçre’nin akla hayale gelmedik kasabalarından peynirler, hatta ta Atina’dan defalarca mantar taşımışlığı vardır.

Gittiği her yerde mutfağa girip kahve operasyonuna el koyar. Bu evine ilk defa gidilen bir prof olabilir. Onun için fark etmez. Hatta ve hatta bu ilk defa gidilen evlerde “kahveniz bayat” diyerek üşenmeden gecenin bir yarısı semtin kuruyemişçisine kadar gidip kahve çektirmek ise geçmişimizin en travmatik anları olarak saklanmaktadır hafıza-ı aşkımda. Kahveleri hep diğer misafirlerce “kızı verdik gitti” notu almıştır. Hatta ve hatta ve hatta, bir keresinde Karpenisi dağlarının döne döne tek teker zor tırmanılan mezralarından birinde tek ayağı çukurda bir ihtiyar tarafından işletilen bakkal-kahvehanede de şaşkın bakışlarımız arasında mutfağa girip hepimize kahve yapmıştır. Bir cezveden bir okyanus köpük çıkarır, Kahvelerin Efendisi!

Bu aşk hikâyesini roman formatına sokmadan önce, culinary-amorouse bir vaka olarak incelemek caizdir, bence. Hronis, Akdeniz ülkelerinde yapacağı belgeseli sunacak çok dil bilen bir kız aramaktadır. İstanbul’da ilk adresi Yunanca hocam Niça ve kocası Antoş olur. O hafta çıktığım bir program internette bulunup seyredilir. Program üç, dört, beş kez izlenir. Ekrandaki kıza âşık olunur. (Bir yönetmen olarak ekranda maymundan insan yapma sanatının icra edildiğini bilmesi gerekirdi oysa). Neyse, efenim, o gece rüyada benimle evlenildiği görülünce sabahın köründe üniversiteye ikna etme ekibi ile gelinir. Tahmin edebileceğiniz gibi o program hiç yapılmaz, bir daha da bahsi bile edilmez!

Biz hikâyenin midemizi ilgilendiren kısmına dönelim. Hronis kalbe gidecek yolun mideden geçtiğini pek zorlanmadan Niça ve Antoş’tan öğrenivermişti. Ne de olsa dört yıl boyunca evlerinde yaptığımız Yunanca derslerinde Filipuçi ailesinin bütün yemek stoklarını tüketip evde moratoryum ilan edilmesine yol açmışlığım vardı. Yunanca öğrenirken pek bir semirmiştim. Cihangir yokuşunu Hattat Hasan Çelebi gibi yuvarlana yuvarlana iniyordum.

Hronis yeniden gelmeden önce Atina’dan Niça’ya fenalıklar getirene kadar telefon edip ne sevip sevmediğimi soruyordu. Yenilebilecek her şeyi seviyordum. Hatta mideden geçenlerin yanı sıra Antoş’un zavallıya verdiği listeyi de yüklenip gelmişti. Devasa bir etimolojik sözlük de bunların arasındaydı. Aynaroz’dan keşiş yapımı şaraptan, Patrikhane’nin önünde kurulan kadın pazarından köy ekmeğine dek ne bulursa taşıyordu müstakbel sevgilimiz.

Ölümcül darbeyi kendi elleriyle yapacaktı. Haliç’in içine bir kavanoz gibi düşen, kocaman camları olan evinde! İstanbul’da da bir adresi olmasına karar verdiği zaman dünyadaki tüm dertlere anında deva olan Niça İstanbul’u eşyalarını bırakarak terk eden bir Rum’un evini bulmuştu ona. Torunlarının kiraya verdiği bu evde gümüş kaşıklar, fotoğraf albümleri, enfes koltuklar da dâhil olmak üzere her şey olduğu yerde duruyordu. O gece, camın dibindeki uçsuz bucaksız ahşap masada Nisiros adasında çektiği bir düğün programını izleyerek hayatımın etini yemiştim. (Tahmin edebileceğiniz gibi düğün programından çok ete konsantre olmuştum). Ottovio, I. Ahmet’in yediği eti tasvir ederken kesin bundan bahsediyordu. (Hronolojik olarak imkânsız demeyin, Hronolojik olarak hiçbir şey imkânsız değildir.) Ama gecenin sürprizi ev sahiplerinin bırakıp kaçtığı albümlerdi. İlkine heyecanla bakarken neler gördüm neler! Yunan ordusu içlere doğru ilerlerken onlara katılan ev sahipleri, sonradan vicdan azabı içinde arkadaşlarını yalnız bırakmamak için atla Türk ordusuna dönmüşlerdi. At sırtındaki resimlerin altındaki yazılar göz yaşartıcıydı. Ama benim gözlerimi yaşartacak başka bir resim çıkacaktı aralarında. Atatürk’ün ev sahipleriyle yemek yerken fotoğraf karesinde dondurulmuş hali. “Bu resim senin çeyizin olacak”, demişti o an. Hayatımda duyduğum en güzel evlilik teklifiydi sanırım. Ateş pahasına gidiyordum bence. Evet, romantizm dalgaları sezer gibi oldum, ilk U dönüşünden hemen geri dönüyoruz.

Kendimi semirmesi gereken masal kahramanları gibi hissediyordum. In the middle of no where bir köyde, nehir kenarında sürpriz bir organizasyon yapmış, Balkan müzisyenleri çağırmış, restoranın sahibi Sotiris’e sabahın köründe sayısız talimat vererek en leziz balıkları getirtmişti. Sotiris masaları da yiyeceğiz diye çok korkmuştu.

Eski sevgiliden dost, ayıdan post olmazmış… Peh! Ben eskimiş sevgilinin hâlâ yemek yapanını, mantarların en güzelini bavulunda getirip aynı hevesle masa donatanını sever, defter arasında kuruturum.