29 Haziran 2010

YUSUF YUSUF ya da ARABIN İNTİKAMI

Serkan bıyıklarını kestirmiş. Çok sevindim. Türk Hava Kurumu’na bağışlar artık. Bazıları bıyıkların Bebek’te eve çıktığını söylüyorlar. Doğrudur. Odama gelip de “Hafızzz, bir baktım ki üst dudaklarım varmış,” deyince dayanamadım tabii. Yusuf Hoca’nın üst dudaklarının en son nerede ve kim tarafından görüldüğü ise tam bir muamma. Esas bir gün o da o bıyıkları kestirecek olursa, apartman dairesinde filan da hayat yok onlara. Şöyle bir üç katlıda ancak nefes alırlar.


Biz bu arada sepetimizi alıp adaya Necilaaaanım’a gittik, Sonntagsfahrer hesabı. Uzun zamandır düşündüğümüz “Bütün Kızlar Şortlandık” kampanyasının bir girizgâhı babında düdük gibi şortlarımızı da giydik. Ben o şortla topuklarımı deldirmeden Beylerbeyi-Üsküdar hattı yapıp, motorla Kabataş’a bile geçtim. Nilüfer Hoca her zamanki şıklığıyla şortu ve kırmızı ceketi ile Şişli-Ada hattı yapıp yürekler hoplattı. Velhasıl yekpare gidip dönebildik. Yusuf Hoca dönüşte yanına ikimizi alırken “Benim kung-fu bilmediğimi biliyorsunuz değil mi?” dedi ve yolun yarısında karşı kaldırıma geçip bizi hiç tanımadı. Adanın ve vapurun en kıskanılası erkeği oldu. Çocuklarımıza şort giyilebilecek bir ülke bırakmak için ilk adımı attık, postumuz hala pırıl pırıl. Bu kampanyada bize destek olmak için kendisini de şort giymeye ikna etmeye çalıştık tabii, ama bir an gerçeğe ayıp bunca kariyeri kısa paçayla yok etmemeye karar verince umutlar ossaat suya düştü.

Büyükada çıkartmamız enfesti doğrusu. Necilaaaanım’ın çiçek dolu bahçesinde yedik, içtik ve boool boool güldük. Bordeaux’ları götürdük vallahi. Nilüfer-Yusuf-Özlem mükemmel üçlüsünün (Bundan sonra “Macbeth’in üç cadısı” olarak anılacaktır) bulunduğu her mekanda yaptığını yaptık: Sınırsız kahkaha. Kazanımızda kimleri kimleri kaynattık. Bir ara Necilaaanım’ın arkayı dörtlediği üçü-bir-arada halimizle öyle bir inlettik ki âlemi, adanın tüm martıları bahçede tepemize doluştu. Necilaaaanım ada tarihinde böyle birşey görmediğini şaşkınlıkla beyan etti. Adada Arap peçesi görmeye alışık olan zavallı martılar kadınbudu görünce afallamış da olabilirdi, ihtimal ki. Yusuf Hoca o büyük haiku yarışmasında jüri olduğu için kendilerini ona beğendirmeye çalışıyor da olabilirlerdi. Lichtenstein ne ki! Ne Vatikan’ların kulağı çın çın çınladı. Öyle hikâyeler döndü ki Yusuf Hoca “This is too much for one James Bond” yorumunda bulunmak zorunda kaldı. Kardeşim, düşmeyeceksin Macbeth’in üç cadısının diline. Yusuf Hoca ise bu esnada elinde kağıt kalem bütün bunları not alıyordu. Arabın İntikamı adlı bir kitapta toplayacak hepsini. Daha fazla detay veremeyeceğim doğrusu. Zavallı Necilaaanım gece bitip de artık eve gitmek istediğimize çok inanamamış olsa gerek, bizi iskeleye kadar bırakmaya kalkışırken “gittiğinizden emin olmak istiyorum” dedi.

Niyetim Yusuf Hoca’yı anlatmaktı. Dünyanın en tatlı-ballı insanlarından biridir Yusuf Hoca. Hiç durmayan, duramayan bir jeneratör gibi üretir. Onun bulunduğu bir ortamda kahkaha kaynaklı mide spazmı geçirmeme ihtimaliniz sıfırın altındadır. Kutsal Bilgi Kaynağı’nda göreceğiniz şu diyalog onu yeterince ifade eder bence.



-Hocam? Saçlarınızı mı uzatıyorsunuz?

-Şişst! Kimseye çaktırma, sürpriz yapıcam.



Yeryüzündeki en büyük fanlarındanım Yusuf Hoca’nın. Platin kart çıkarttıracağım kendime. Kitaplarını okurken öyle public ortamda bulunmaycaksınız şekerim. Çünkü o satırların içnden ne çıkacağı belli olmuyor. Kaç defa vapurda, dolmuşta ve hatta hatta otobüste patlayıcı bir şekilde dağılmışlığım vardır. Sinsice, en beklenmedik yerden çıkar komiklik ve sizi o anda böğrünüzden vurur. Sonra nerede bile olduğunuzu hatırlayamadan basarsınız en fiyakalısından kahkahayı.

Evet, Yusuf Eradam, ya da kendi çevirisiyle Joseph He-Man’in hangi kitabını size tavsiye edeceğimi bilemedim. Ama okurken darma duman olduğum en önemli iki kitabı Cihangir Vampiri ve Yamyamın Yemek Kitabı. İçinde insan bazlı yemek tariflerinin bulunduğu bu çılgın kitabı biraz zor bulursunuz. Mesela, Yusuf Hoca bile evde zor buluyor. Çünkü son kalan kopyası kendinde. Yakında yeniden okurla buluşması için baskı yapıyoruz kendisine. Ay, açın yusuferadam.com sayfasını, bakın. Hatta enfes bestelerini dinleyin. Aklınız şaşsın.

“That’s a very nice”… Bir zamanlar İngilizce dersi vermiş herkesin başına gelmiştir. Öğrencilerin yaptıkları hatalar öğretmenler arasında nıhaha nidalarıyla tekrarlanıp, dile pelesenk edilir. Yusuf Hoca’nın külliyatından en sevdiğim bu… Ama konu da buradan böyle hazır açılıvermişken anlatmadan geçemeyeceğim. Çok yakın bir arkadaşımın kardeşi Florya’da oturdukları zamanlarda kelli felli bir zengin kazmaya İngilizce öğretmek misyonu yüklenmiş, umutsuzca çırpınıyor. Ama nafile tabii. Adamın bünyesi yabancı dil kabul etmiyor. Ne de olsa alışmadık götte don durmazmış anacım. Neyse, adam yes/no/mayneymiz seviyesini bir arpa boyu aşamıyor. Bu arada üç yaşındaki kızı da ders esnasında adamın dibinden ayrılmıyor. (Ben de küçükken öyleydim. Babamın peşinden ayrılmayıp TRT’nin kabus yavrukurtu haline gelmiştim. Oh, they hated me!) Yine amcanın tüm saflığıyla anlattığına göre, bir sabah Mr. Yes/No işe gitmek için kapıdan çıkarken, küçük kız uyanıp geliyor ve aynen şöyle diyor: “I’m going to work mü babacım?” Tabii, belli bir yaşta yapacaksın yabancı dil âlemlerinde jübileni, kasmayacaksın, zorlamayacaksın şansını. Ve de bünyeni.

Şu anda çok şanslınız, çünkü saçlarım Rapunzel gibi uzasın diye kafama sürdüğüm leş gibi çam-terebentin kokusundan uzaksınız. Çok şanssızsınız, çünkü bu bali etkisi yapıp göz kapaklarımın yarısını indiren nesneyle nasıl bir çizgi film karakterine dönüştüğümü göremiyorsunuz. Ayyy, resmen ayakkabı cilası gibi kokuyorum! Rapunzel olacağım derken Keloğlan olursam şaşmayın... Hem de Toscana'nın ayçiçekleri beni beklerken. Oh, no!

Bana da beş kuruş ver konuştur, on kuruş ver susturamazsın anacımmm…