27 Haziran 2010

PAZAR GEZEGENLERİ ya da SONNTAGSFAHRER

Şanslısınız, çünkü şu an dünyanın bütün pireleri kıçınızda uçuşur halde döne döne uyuyorsunuz. Şanssızsınız, çünkü size artı dünyanın bütün pirelerine tek celsede gülme krizi geçirtecek bir manzaradan yoksunsunuz: Biricik arkadaşım Övgü’nün sevgili annesinin bana hediye ettiği pembe taşlı prenses tacını takmış (hani şu güzellik kraliçelerine takılan cinsten), çiçekli yazlık pijamalarımla camın kenarına oturmuş şuursuz bir şekilde yazar halimi göremiyorsunuz. Kendimi gerçekten prenses gibi hissettiğim tek zaman bu, elleşmeyin por favor. Kardeşim sabah sabah öpünce kurbağa olup olmadığımı deniyor, sonuç umutsuz. Fransız giz oyunları yazan prenses Marguerite de Navarre gibi hissediyorum kendimi. Çaresizim anlayacağınız.


Bir arkadaşım Pazar günleri gezme sevdamla dalga geçip duruyor. Almanya’daki bir ayağı çukurda ihtiyarların Pazar günleri deli danalar gibi dolaşmasını hatırlatıyormuşum ona. Bu moruklara da “Pazar Gezegeni” (Sonntagsfahrer) deniyormuş. Seviyorum kardeşim Pazar günlerini sevdiğim insanlarla paylaşmayı. Hatta Cumartesi’den başlıyorum bu operasyona.

Pazar’ın gelişi Cumartesi’den bellidir anacım. Şöyle gündüz vakti şehrin göbeğinde bir bar tepesinde oturasım, koca bir bira deviresim vardı ne zamandır. İspanya’daki evvel zaman, kalbur samandan kalma bir alışkanlık. Okul çıkışı, ders arası ya da akşam saçma bir saatte renkli lokal bir barda buz gibi bir bira (aliterasyon canavarı), ya da beyaz bir Rueda şarabı, yanında da tortilla. Ve bol sohbet. Yalnız da olur gerçi, çünkü küçük şehirlerde bütün barmenler arkadaştır ne de olsa. Özlemişim. Taksim’de meydana yakın bir yerde var bana o günleri hatırlatan bir mekân. Buluştuk Serkan’la (ex-sevgili olanla). Heyecanla bar taburesine yöneliyordum ki, “böyle yüzünü göremiyorum ki” diye kandırdı beni, dışarıda bir masada konuşlandık. Velhasıl tam üç saat aralıksız deliler gibi güldük, ama aklım hâlâ barda kaldı. (Erkekte 2 M olacak derdi Oya Başak, Mizah ve Merhamet. Merhametten şüphem var, ama mizah sağlam) Eve gelince Merviş’e söyledim. Meğer o da özlem duyuyormuş öyle bir bar tepesine. “Abla, söz seni götüreceğim”, dedi. “Hey barmen bana bir bira, yanımdaki gerzeğe bir tekila” deme arzusuyla yanıyormuş.

Bayılırım bar tepelerine. İspanya’dayken akşam pijamaları giymiş kitap okuduğum saatlerde telefon çalar, deli Ortaçağ Tarihi hocalarımızdan Salustiano (o zamanlarda 60 ve üstü idi). “Özlem, bira içiyorum, sana da söyledim. Biran geldi. Ben El Caravan’dayım”, der (“Kızınızı canlı istiyorsanız parayı şuraya getirin” tonuyla) ve kapatırdı. Yataktan çıkıp, giyinip, Salu’nun dibindeki bar taburesine oturmam tam 15 dakika alırdı. (Yol dâhil). Özlüyorum Salamanca’yı ve tüm aklı kaçık sakinlerini.

Ay, bara oturmadı Serkan Hazretleri çünkü sanırım yine kıyafeti müsait değildi. Yine gran-tuvalet gelmişti ve onu sokakta görenler Nobel, ya da en kötü ihtimalle Oscar Ödülü filan almaya gidiyor zannetmişlerdir -ihtimal ki-. O haliyle akşam Halil Hoca’nın ödül törenine gelmedi. Ayakkabıları o törene uygun değilmiş. Eve gidip değişecekmişiz. O anda yapılacak tek şey kendisine hayatta başarılar dilemek oldu tabii. Böyledir Serkan. Günde kaç kez üstünü değiştirdiğini kendisi bile hatırlamaz. Ütüsüz bir tişörtle babasının öleceğini bilse sokağa çıkmaz. Gömleklerini kendisinden başka kimseye ütületmez, kimsenin ütülediğini giymez. Her zaman bıçak gibidir kıyafetleri. Ve sanırım İstanbul’un ve bilinen dünyanın en temiz erkeğidir. Sabun fabrikası gibi kokar. Yüzyıllarca menekşeler arasında saklanmış gibidir. Saçlar jölelenmeden ölümlülerin karşısına asla çıkmaz. Onu jölesiz saçla görmek Kızıl Maske’yi maskesiz görmek gibidir. Bir keresinde gömleğinde bir damla kahve var diye (O da ceketin içinde kalıyordu!) bir yazar arkadaşımızın evindeki çok önemli bir yemeğe gelmemiş, eve gidip üstümü değişeceğim diye tutturmuştu. Her daim çok sade ve süper şıktır. Marka saplantısının ise küçük cerrahi bir operasyonla halledilebileceğini düşünüyorum.

Dün gece Halil Hoca’ya bir ödül daha geldi. Sanırım yedi milyar insan içinde en çok hayran olduğum, en çok saygı duyduğum insan Halil İnalcık. Taksiyle yokuş aşağı inerken taksi şoförüyle sohbete dalıp ona Halil Hoca’nın yeni alacağı ödülden bahsediyordum ki şaşkınlığım tavan yaptı. Taksi şoförü de biliyor ve okuyordu onu. Tarihi popülerize etmeden herkese okutmayı başaran en büyük usta Halil Hoca. Neyse, törene her zamanki gibi cıbıl cıbıl katıldığım için akşam rüzgârında super-fresh olmamam için Halil Hoca’nın pardösüsüyle yaşama devam ettim. Kanuni’nin kaftanını giysem bu kadar mutlu olmazdım inanın. Bütün gece üstümden çıkarmadım. “Uğur getirecek bu pardösü, hocam”, dedim. Biricik hocam uğura ihtiyacım olmadığını söylese de iyi enerjiye sonuna tek inanan biri olarak tarih dünyasında geleceğe daha umutlu bakıyorum. Başıma yanlışlıkla güzel bir şey gelecek olursa, biliniz ki Halil Hoca’nın pardösüsünün marifetidir.

Ben sepetimi alıp Nilüfer Hoca (Narlı) ve Yusuf Hoca’yla (Eradam) Büyükada’ya Necilaaanım’ın evine gidiyorum anacımmmm. Yaşasın delikanlı Sonntagsfahrerlar! Cumartesi annesi olmak için artık çok geç madem, ben de Pazar annesi olayım bari … Bisiklete de bineceğim, horoz şekeri de alacağım kendime. Öttüre öttüre gezeceğim bütün Pazar! Vapura binip bütün Araplarla kavga edeceğim. “Es war amol…” diye anlatacaklar hikâyelerimi. Kaçılınnn..