7 Haziran 2010

IN VINO VERITAS

Otuz altı koca yıldır vukuatsız bir tek günüm geçmediğinden mütevellit her gün size musallat olacağım demektir. Evvvet, koca bir günü de olaysız atlatmış olmanın verdiği keyifle dünyanın en eğlenceli prof-yazarı Yusuf Eradam ve dünyanın en sabırlı çevirmeni Alex’le (ne de olsa Sultan’ın Mutfağı’ndan birkaç bölüm çevirme gibi titanik bir kabiliyete sahip) Ahmet Hamdi Tanpınar festivalinin açılış kokteyline doğru vakasız vukuatsız seyirttik. Osssaat başladık dedikoduya haliyle. Ortalıkta cirit atan birini pek yakışıklı bulduğumu söyleyince Yusuf Hoca da zevksizlikte galaksi rekorları kırdığımı açıkça telaffuz etmek yerine pek bir şövalyece “tabii canım, beauty is in the eye of the beholder” deyiverdi. “Hayır”, dedi Alex, “beauty is in the eye of the beer-holder”. Rusça mealiyle, “Çirkin kadın yoktur, az votka vardır”. Çok güzelmiş değil mi? Ben şahsen bayıldım. Sadece bayılmakla kalmadım. Aydınlanıverdim. Yıllar önce Alman sevgilimin neden bana dünyanın en güzel kadını olduğumu söylediğini de o vakit anlayıverdim. Malum, Almanlarda yalan söylemek milli spor değil. Mübalağa ilminden de pek nasiplerini almamışlardır, bilirsiniz.

Ben ise tam o esnada “in vino veritas” durumundaydım. Şarapta gerçek gizlidir ya. Daha bir yudum almadan ekümenik bir sakar olduğumu oracıkta ispatlayıverdim. Devasa topuklarımı masanın saten örtüsüne dolayıverdiğimle tüm desktopu alaşağı ediverdim. Hem de konuşmanın tam orta yerinde. O saat zaman durunca üzerime çevrilen sayısız göze bakarak iki elimin işaret parmaklarıyla “o benim” dedim istemsizce. Sevgili rektör yardımcımız sessizce “Özlem, yahu öyle yapılır mı? Usulca kaçacaksın ortamdan parmak uçlarında”, deyince bir kez daha aydınlandım. Akıl doğuştan ya var olur, ya da yok. Transplantasyonu mümkün değil. “İtalyanlar dökülen şarabın uğur getirdiğine inanırlar”, dedim jüriye dönerek. Eldeki verilere göre yerle bir olan kokteyl masasının uğur getirdiği bir kültür ise yok. Bilen varsa beri gelsin.

Güzel bir haberim daha oldu nur topu gibi. Bu ay içinde Punctum’da yapmayı düşlediğimiz ve sadece yazarların diceylik yapacağı gecenin en aranılan yazarını da ayaküstü programa dâhil ettik. Bir Rock gecesi olacağı için Tuna Kiremitçi’nin olmaması beklenemez ne de olsa. Ben de o gece size en çatlak ve sert Meksika gruplarından bir demet sunacağım. Ama siz sağlam bir intro için şimdiden Molotov’dan “gimme the power”ı dinleyip zıplayın. Etkilerini seveceksiniz. Molotov etkilerinden hiç haz etmeyen tek kişi alt komşumuz Nadire Teyze.

Yusuf Hoca’dan biraya, kokteylden alt komşuya atlayarak ruhumun derinliklerindeki karmaşıklık ve çapraşıklığı ele vermekten çekinmeden kardeşime geçmek istiyorum. İki gün önce karpuz yerken boğulmanın arifesine geldiğimde “abla, bir an sana ayrılan sürenin sonuna geldik diye çok korktum”, deyince o ana kadar ölmediysem o an kesin ölmüş olabileceğimin farkına vardım. Âlem kız Merve. Merviş, 21, Çapa Tıp öğrencisi. Küçükken de âlemdi. Yedi düvele beni nasıl rezil ettiğini başka bir seansa saklayalım. Salamanca’da Latince derslerine girerken bu ölü dille bir gün yaşayan biriyle konuşabileceğimi tasavvur bile edemezdim. Sezar’ın savaşlarını okurken “ne işime yarayacak bu Latince” diyordum. Nerden bilirdim bir gün kardeşimle iletişim kurmamda lazım olacağını. “Abla, koltuğu invaze etmiş, her köşeye metastaz yapmışsın”, dediğinde anlıyorum onu! (İki linguistmanyak toplandık, toplandık…) Son zamanlarda kendi camialarında “3. sınıf sendromu” tabir edilen hastalığa yakalanmış durumda. Bahsi geçen her hastalığın kendisinde olduğunu sanma ve semptomları tekrar tekrar okuyup kafayı yeme durumuymuş bu. İnanın hiç hoş değil. Guareschi’nin Oğlum, Kızım, Hele Karım kitabını bilirsiniz. Benim blog da sanırım Kendim, Kardeşim, Hele Sevgililerim tadında olacak korkarım.

İyi geceler dileyip sözlerime en sevdiğim Yusuf Eradam repliğiyle son vermek istiyorum:

“Bana da beş kuruş ver konuştur, on kuruş ver susturamazsın anaacımmm.”