6 Haziran 2010

ÖZEL TARİHİMİN KARANLIK SAYFALARI, vol. I

CİLALI TAŞ DEVRİ




Dedim ya, koketim, o yüzden en erken dönemim “Cilalı” Taş devri. Sonradan koket olmadım, öyle doğdum. Zırt pırt hasta olmamın benim için tek avunulur yanı vardı: Zeynep Kamil’e her gidiş doktorun bana bir çuval iğne vermesiyle eş anlamlıydı. Bu da hastanenin yanı başındaki eczaneden alınacak her iğne için bir oje satın alınması demekti. Her bir parmağa başka renk. O devir için fena pazarlık sayılmazdı. Bununla da yetinmez apartman sakinlerine yaptığım özel ziyaretlerde -kokana teyzelerin evleri her zaman ilk tercih adreslerim olmuştu- topladığım artık kullanılmayan ojelerle zenginleştirilmiş geniş bir arşiv oluşturmaya canla başla devam ederdim. Daha dört yaşımdayken bir gün sokağa çıktığımızda kafamdaki bigudileri çıkarmamak için verdiğim savaş hala belleğimde taptaze kalan anılardan. Amansız savaşı cazgırlığımla kazanmış, dudaklarımda kıpkırmızı ruj ve kafamdaki bigudi tarlası ile bütün gün beni tanımayan bakışlı annemin yanında dolaşmıştım.

Kırmızı vosvosların tarihimdeki travmatik geçmişleri de çocukluğuma kadar uzanır. Beylerbeyi’ndeki bütün sık hastalanan çocukların birinci dereceden kâbusu olan, adını hatırlayamadığım -hafıza kötü şeyleri siler- iğneci amca artık derisi pörsümüş koca çantası ve elma kırmızı vosvosuyla birlikte kazınmıştır Beylerbeyi kolektif çocuk hafızasına. Kapıdan içeri girmesiyle Pavlov’un köpeği gibi ağlamaya başlardım. Ne ah almıştır zavallı kel iğneci. Görüldüğü üzere, tozlu hatıralarım şöyle bir üflendiğinde altından kel, çirkin, şişko, acımasız bir formatta çıkıyor adamcağız. Hiç sevmezdim herifi, hiçççç... Kıçıma yediğim her bir iğne bir ojeye tekabül etmese hiiiçç çekilir yanı yoktu.

Kendimi eğleme ilminde daha bacak kadar çocukken ansiklopediler yazacak seviyeye gelmiştim (oberstufe). Anneannemin boğaza bakan devasa terası semtin artık kullanılmayan bütün küvetlerinin babamın “Mr. Bricolage fantezileri”nin kurbanı haline geldiği bir mekân olmuştu. Hepsini özenle ahşap kaplayıp kendine küçük bir sebzevat dünyası yaratmıştı. Hatta işi biraz daha ilerletip bana minik ahşap evler, mobilyalar yapar, böylece annemin kendisine vereceği başka domestik işlerden işi kılıfına uydurarak yırtmış olurdu. Ben de parmak büyüklüğündeki sayısız bebekle bunların içine aileler kurar (hayatta kurup kurabildiğim son aileler onlar oldular), sonra bu parmak çocukları babamın küvet-mekân domates ve biberlerinin gölgesinde pikniğe götürürdüm. Çoookk yalnız ve çaresizdim çocukken, çooookkkk…

Tek arkadaşlarım anneannem ve dedemdi. Halimi siz hayal edin artık. Domates-fidesi-altı pikniklerinden sıkılıp dedem ve kendi yaş grubundan bir arkadaşının deniz kenarı yürüyüşlerinden birine eşlik ettiğim bir gün -inanın hangisi daha sıkıcı şu an bile hesap edemiyorum-, ilk defa hayatın ta kendisi konusunda dormant beyin hücrelerim silkelenip kendine gelmişti. Dedem, işbu arkadaşına on iki adet torunu olduğunu söylüyordu. Şeytan dürtmüş olacak ki, yanımda abaküs olmadığı için parmaklarımın karşılıksız hizmeti ile

mevcut olan diğer torunları saydım. Hali hazırda tam tamına sekiz ufaklık idik. Şüphe kurtlarına yenilip bir kez daha sayma sayılarını zorladım. Sayma sayıları ve doğal sayılarla nüfusumuz aynıydı. Evet, sekizden bir fazla etmiyorduk. O gün matematik denen bilime olan tüm saygımı yitirmiştim. Hiç sevememiştim zaten kendisini. Yıllar sonra işin trajik aslını öğrendiğimde de genetik denen bilime olan saygımı yitirecektim. Evet, dedemin çapkınlık ilminde kasabada kimse tarafından geçilememiş bir nama sahip olduğunu, koca çiftlikte anneannemin büyük bir sabır ve sınırsız iyi niyetle dedemin sevgililerine baktığını, hatta onları elleriyle evlendirdiğini duyduğumda ise artık dünya yansa yorganı yanmama disiplininde bundan böyle pirimin kim olduğu belli olmuştu. Dedem hedonist yaşamına Yunanlıların tabiriyle çiçeklerin köklerini ters taraftan görerek Nakkaştepe mezarlığında devam ediyor. Yeni boyuttaki faaliyetlerinden bihaberiz.

Maden devrinde görüşmek dileğiyle…