6 Haziran 2010

PRO-LOGOS

Önce söz vardı…

(Tarihimin karanlık dönemleri)



Kalemle olan ikili ilişkim, özel tarihimin hafızama kayıtlı olan en eski faaliyeti. Kendime dair hatırladığım en eski manzaralarda hep kalem vardı elimde. Yazmak, doğal olarak daha da öncesinde çizmek, hep set çekilemez bir istekle gelmişti. Beylerbeyi’ndeki evimizde yapılan arkeolojik kazılarda çıkan mağara resimlerinin hepsi bana aitti. Yemek odasının duvarları sanatımı icra ettiğim ilk tuvaller oldular. Çöp adamlar, şapkalı kadınlar, fiyonklu kızlar… Sanatımı kimse anlamıyordu. Özellikle de her yaz başında duvarı söylenerek baştanbaşa boyatan annem ve babam. Ama ben her seferinde daha boyaları kurumadan yeni sergim için kolları sıvıyordum. Evet. Anlaşılamıyordum.

Bu işte para olmadığını anlayınca başka bir dala atladım. Çizme sanatında göremediğim şefkati yazmanın kollarında aradım. İlk suç ortağım bana alfabeyi öğreten anneannem oldu. Sancılı bir dönemdi. Yüzyılın ilk on yılında doğan anneannem gözünü sevdiğimin gestaltinden bihaber olduğundan harfler erkek gibi teker teker geldiler. Kağıda yazmak daha pratik olmakla birlikte, duvara yazmaktan daha zevkli değildi doğrusu. Ne de olsa yasak değildi. Ve ilk mektuplarımı yazmaya başladım. Bütün sülaleyi her gün Beylerbeyi mıntıkasından ve özel tarihimden haberlerle bombardımana tuttum. Kalem tutmayı başarabildiğimden beri anneannemin önderliğinde aile fertleri bana harfleri tek tek söyleyerek bu epistolar faaliyetlerime çanak tuttular. Yani, okur olmadan önce yazar olmuştum anlayacağınız. Bir rehberim olmadığı zamanlarda da yazıyordum, ama yazdıktan sonra şöyle kağıdı elime alıp şaşkınlık içinde süzerek “ulan, yazdık bir şeyler, ama ne yazdık acaba?” demekten sıkılmaya başlamıştım. Tek başına yazar olmanın da en az yemek odası graffitisi kadar beyhude olduğunu anlayınca bir sonraki etabı beklemek zorunda kaldım. Yani elmamın kızarmasını!

Latin alfabesini tüm hak ve meritleriyle ele geçirdikten sonra hızımı alamayarak zaman zaman bağımsızlıklarını ilan edip uykuya dalan beyin hücrelerimi kendime ve topluma yeniden kazandırmak için farklı alfabeler, farklı diller öğrendim. Latin alfabesinin çocukluk yıllarımda bana attığı kazığın acısını üniversite sıralarını sınav arifelerinde Japon ve Arap harfleriyle yazdığım kopyalarla donatarak çıkardım. Alfabelerini değiştirmeyen Japonya hükümetine ve Arap ülkelerine buradan teşekkürlerimi borç bilirim. Cüzi bir kapasiteye sahip olan beyin hücrelerimi İngiliz dili ve edebiyatının pek gereksiz nazım ve nesirleriyle doldurmak zorunda kalmayışımı onlara borçluyum. Daha sonradan hayatımın dört bereketli yılını alacak Yunanca’ya bu hücrelerden ayırabilmemde rolleri pek büyüktür.

Evet, bir şehir efsanesi gibi kokmasına rağmen aslında su gibi gerçek olan diğer bir şey de günlüklerimi kimsecikler anlamasın diye Japonca tuttuğum, lakin yıllar sonra dört yılımı verdiğim bu dilin bana ihanet etmesiyle günlüklerimin tek kelimesini anlayamaz hala gelmem. Artık ben dâhil kimse anlayamıyor onları. Kimseciklere “Kardeş, ne yazmışım? Bir bakar mısın acaba?” diye soramıyorum malumunuz. Kim bilir ne kirli çamaşırlar… Neler neler...

Durdurulamaz bir yazma heyecanı ve hezeyanı. Bir Bulutsuzluk Özlemi şarkısı tadında oldu hep: “Üretmeliyim, üretmeliyim, üretmeliyim! Beynim zonkluyor!” Üretmediğim zamanda şiddetli baş ağrıları çekerim hep. Dolayısıyla bundan böyle baş ağrılarına ve beyin zonklamalarına gark olmamak içün bütün hepsini size transfer etmeye karar verdim!

Özel tarihimin (koket olduğum için cilalı taş devrinden başlayarak) en karanlık sayfalarını, ruhumun kıvrımlarına pusu kuran hayalleri, hain, ama kaleydoskop-misal anıları, aslında var-olan roman kahramanlarımı sizlerle paylaşacağım.

Sabrınız bol olsun…