11 Haziran 2010

NERDE BIRAKTIM KALBİMİ BİLMEM ya da ÇOĞALIP ÇOK OLABİLİRİM

Dün sabaha karşı dans etmekten ayaklarımıza kara sular inmiş bir halde açık camlardan arabaya dolayan rüzgârın hızında eve dönerken hâlâ aynı şarkıyı mırıldanıyorduk. “Nerde unuttum kalbimi acaba? Ah nerede, vah nerede?” Kalbimi ve aklımı nerede unutmuş olduğumu bir kez daha anladım dün gece ve ondan önceki gece: Tam bu şehrin göbeğinde. Hayatımın son 15 yılında keyifle dinlediğim, konserlerde heyecanla küçük dilim görünene dek eşlik ettiğim bir Kesmeşeker şarkısıydı cevap: “İstanbul, İstanbul!” “Bırakıp gitmemi isteme benden, istesem de gidemem!” Hoş blues rifleri ve çılgın çıkışlarıyla ne enfes parçadır. Yağmurun ardından serinleyen ve taşların arasına sıkışmış küçük ağaçların mis gibi koktuğu Cihangir sokaklarında karadutlu bir mojito eşliğinde eğlenceli bir sohbetten sonra soluğu 45’lik’te aldık. Aşığımmmmm bu şehre. Dün gece de çok âşık olduğumda arkadaşların şaşkın bakışları arasında cama çıkıp avazım çıktığı kadar “tutmayın sevecemmmm” diye bağırdığım zamanlardaki tuhaf heyecan ve mutluluk enflasyonu vardı içimde. Aşığım ulen bu şehre… Hem de her gün daha da çok.


45’lik’i neden bu kadar çok sevdiğimi fark ettim dün gece: “Kalbimi bıraktığım” bu şehirde geçen bütün yaşamımı (kıçımın üstünde durduğum zamanlarda geçen kısmın bütününden bahsediyorum tabii) bir film şeridi gibi gözümün önünden geçirdiği için. Üç yaşından beri plakların içinde büyüyen bir çılgınla bir taraftan şuursuz bir şekilde dans ederken, bir taraftan da beynimize kazılan şarkı sözlerine belki de hayatımızda ilk defa dikkat ettik. Bakın, bakın ne güzel: “Taşıdım hamal gibi ben kalbimi bunca sene/ Tam ona muhtaç olunca çekmiş gitmiş, nerede?”. Durun, daha güzeli var. “Kimse bulan, kimse alan, alsa götürse ah beni de. Ah nerede, vah nerede!”... Romantizm damarlarını yıllar önce aldırmış biri olarak hemen kendime geliyorum. Fazla romantizm kalbe zarar.

Dinlerken başkalarının adına gözlerimin korkudan yuvalarından pörtlediği şarkılar vardır. Ezginin Günlüğü’nden Ebruli bunlardan biri. “Kelebeklerin aklı benim”, der ya. Vay o kelebeklerin haline diye düşünürüm hep. Sonra Nazan Öncel. “Âşık değilim, olabilirim”. Kendi adıma değil vallahi korkum. Ben âşık olunca etrafımdaki bir dünya insanla birlikte yaşıyoruz ne yaşıyorsam. Sonuç itibariynen benim âşık olmam onların ayvayı yemesiyle eş anlamlı oluyor genelde. Zararım kendime değil, etrafa. Etraf-ı biidrak. Bir de aynı şarkıda geçen şu cümle: “Çoğalıp çok olabilirim”. Tek başıma yeterince belayım, bir de “çoğalıp çok olmuş” halimi tahayyül edin. Yok, etmeyin. Hayali bile kötü. Sevgili meslektaşım Başarcığım “Özlem, sakın üreme”, derdi. “Birincisi, iki tane olursan hiçbir özelliğin kalmaz. İkincisi de, senden iki tane olursa bu Türkiye Cumhuriyeti’nin halini düşünemiyorum.” Doğru söze ne denir!

Tünelin derinliklerinde nokta kadar bir ışık huzmesi de olsa çoğalıp çok olma ihtimalim anneme umut veriyor. Kardeşimin tabiriyle bir “ekstra-matmazel” olarak öleceğimden korkuyor. Ben de aksinden. Ben kendimi bir yerlerde unutmadan eve getirebildiğime şükrederken, annem kalkmış bir de torun hayalleri kuruyor. Ben onları süpermarkette unuturum ayol. Her akşam mahallenin kasabı, bakkalı, fırıncısı unuttuğum çocukları eve getirir bir bir. Birgün yanlışlıkla bir çocuğum olursa onu bir yerlerde unutmamak için sicimle koluma bağlayacağım. Küçükken babam balonları bağlardı bileğime uçup kaçmasın diye. Adi helyum benim gibi canavardan bile kurtulup gecenin karanlığında süzülürdü gökyüzüne. Özellikle de geceleri fuar gezmelerinde. Benim çocuklar da pür-azim sicimlerini yiyip benim gibi deli anneden helyum gibi kaçacaklar vallahi.

“Literarily” gülmekten altıma ettiğim tatlı bir sonbahar gecesi “ağır” bir konuğumuzu ağırlıyorduk yemekte. Sevgili, kayınbirader, kardeş, dostlar, velhasıl kalabalıktık. Espri dünyasının piri kayınbirader beni misafir yanında altıma ettirdiği yetmiyormuş gibi eylemlerine tam gaz devam etti. Bundan on yıl önce bir gece babamın yanına gidip “Baba, ben sana söylemeyi unutmuşum. Ben bu gece Meksika’ya gidiyorum” dediğimi, babamın da gazeteden başını kaldırmadan geleneksel İffetofobik bir yaklaşımla annemin (yani İffet’in) Ankara’da olduğunu hatırlayıp, “annene söylemeyi unutma” diye bir tepki vermekle yetindiğini anlatıyordum. Evet, zavallı babam bile benimle uğraşılamayacağını fark etmişti. Benim için değil, bedbaht Meksikalılar için korkuyor olmalıydı. Kardeşim “çocukların da sana öyle yapacak”, dedi. “ ‘Anne, ben bu gece Meksika’ya gidiyorum’ diyecekler.” Kayınbirader hemen atladı. “Hayır”, dedi. “Özlem boy boy çocukları toplayıp onlara ‘Çocuklar, ben bu gece Meksika’ya gidiyorum’ diyecek. O gece sanal, -ama pek bir olası- geleceğim üzerine çeşit çeşit tablolar çizildi. Ben renk renk, desen desen dört, beş çocuğumu toplayıp, elimde bavulum kapıdan çıkmadan önce “bana yazın, çocuklar” diyorum. Meksika bu. Kolay dönülmez. Çocuklar bana büyüyen ellerini çizip gönderiyorlar. Uzayan boylarını. Hatta Nazım’ın şiirlerindeki gibi ben onların büyüdüğünü resimlerden görüyorum. Okumayı, yazmayı sökünce bana mektuplar yazıyorlar. 88 yaşına merdiven dayayan biricik Shakespeare hocam Ercüment Hoca “Wise men stay at home”, der ve örnek verir: Sokrates, Kafka, Kant… Ben de akıl olmadığı oradan belli zaten.

Uzatmayalım. Yolunuz gece vakti Taksim’e düşerse şöyle bir tek kadehlik girin 45’lik’e. Eski zamanlara sanal yolculuk yapın, ne kadar büyüdüğünüzü fark edin. Ben şahsen öyle tek ayağım çukurda uzun süre dolaşmak istemiyorum. Tanrım! Hayatım bir LP olmasın. EP de olmasın. Enfes bir 45’lik olsun!